Antalya Diplomasi Forumu’nda Yaptıkları Konuşma

12.03.2022

Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,

Kıymetli Katılımcılar,

Sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyor, ülkemizde ağırlamaktan büyük mutluluk duyuyorum.  Antalya Diplomasi Forumu’nun ikincisinde, sizlerle biraraya gelmek, gerçekten çok güzel! Antalya, zengin doğası ve tarihiyle dünyanın sayılı cazibe merkezlerinden biri… Ancak, bu foruma ev sahibi olarak seçmemizin başka bir nedeni daha var.

Burası, milattan önce 13. yüzyıla uzanan geçmişinde, demokrasi ve diyaloğun doğum merkezlerinden biriydi. Antik şehir Patara’da, katılımcı demokrasinin ilk örnekleri sergileniyordu.

Bugün de, böyle bir foruma ev sahipliği yaparak, diplomasinin kalbi olma kimliğini koruyor. Küresel meseleleri açık yüreklilikle tartışmanın imkânını sağlıyor. Bu seneki temamız, “Diplomasiyi Yeniden Kurgulamak”. Çünkü dünya her zamankinden daha hızlı değişiyor. Teknoloji, hayal gücümüzün sınırlarını zorlayan yeni kapılar aralıyor, hayatı yeniden tasarlıyor. Haliyle, tanımlar, değerler, kavramlar da değişiyor. Uluslararası planda, büyük sınamalarla karşı karşıya kalıyoruz. Gözümüzün önünde inşa edilen yeni dünyaya ayak uydurmak için, diplomasinin yaklaşım ve yöntemlerinin de gözden geçirilmesi elzem bir ihtiyaç.

Buradan yola çıkarak panelimizde, yeniden kurgulanan diplomaside yumuşak gücün üzerinde durmayı arzu ettik. Zira kalıcı ve sürdürülebilir barış idealine giden yolu açmak, ancak yumuşak gücün unsurlarıyla mümkün olabilir.

Değerli Konuklar,

Bugün barış hakkındaki istişareleri, maalesef Ukrayna’daki sıcak çatışmaların doğurduğu yıkım ve acıların üzüntüsü içinde gerçekleştiriyoruz. Evlatlarını çatışmalarda kaybeden annelerin yakarışları dünyanın her tarafında yankılanıyor. Ailelerin parçalandığına şahit oluyoruz. Sevdiklerini geride bırakarak, vatanını terk etmek zorunda kalan insanların kederli bakışları içimizi dağlıyor. Savaşın karanlık gölgesi, ne yazık ki, bir kez daha insanlığın üzerine çöktü!

İşte tam da bu zor günlerde, barış umudunu canlı tutmak ve barışa yönelik gayretimizi artırarak el ele vermek zorundayız. Böyle bir iklimde, yumuşak gücün paha biçilmez değerinin daha da belirgin olduğu noktasında hemfikir olduğumuza inanıyorum.

Çünkü yumuşak güç, kaba kuvvette değil, hak ve meşruiyet zemininde buluşmaktır. Hayalini kurduğumuz dünyaya başkalarını da ortak etmektir. Dolayısıyla, yumuşak gücün özü sahip olduklarımızı artırmak değil, zenginliklerimizi paylaşmaktır. O yüzden, farklılıkların altını çizmektense, ortak noktalarımızı güçlendirmenin üzerinde durmalıyız.

Kültür, sanat ve spor gibi birleştirici alanların farkında olmalı, diplomasiyi yeniden kurgularken bu potansiyelden azami ölçüde faydalanmalıyız.

Değerli Misafirler,

Türkiye olarak, savaşın felaketlerinden kaçan dört milyondan fazla insana kucak açtık. Kültürümüzün hoşgörüsü ve misafirperverliği, onların sığınabilecekleri güvenli bir liman oldu. Sınırlarımızın ötesinde, Suriye’den Arakan’a kadar, nerede bir mağdur varsa, yanlarında olduk. Sadece komşu ülkelerde değil; Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar, geniş bir coğrafyada, her sorunun barışçıl yollarla çözümü için katkı sağlıyoruz.

Sağladığımız insani yardımlarla, refah ve kalkınmanın sadece gelişmiş ülkelerde değil, her yerde kök salmasını amaçlıyoruz. Bu, kalıcı barışa giden ana yollardan biridir.

Türkiye, yalnızca bugün değil, uzun tarihinde dün de, savaş, zulüm ve açlık gibi nice felaketten kaçan insanların sığınağı, evi, memleketi oldu. Hoşgörü kültürünün Anadolu topraklarında çok derinlere uzanan kökleri var. Ve biz bu deneyimi her daim paylaşıp, çoğaltmaya hazırız.

Çünkü bugün hala 2 milyar insan çatışma bölgelerinde yaşıyor. 84 milyon insan şiddet ve çatışmalar nedeniyle yurtlarından ediliyor. Din ve ırk gibi nedenlerle ayrımcılığın tırmandığını görüyoruz. İnsanlar, önyargı cephelerine taburlar halinde sevk ediliyor. Sevgi, merhamet ve barış, algı operasyonlarına kurban ediliyor.

Ukrayna’da hepimizi büyük bir kedere sürükleyen savaş karşısında gösterilen refleks, maalesef, diğer mazlum halklar için eşit gösterilmedi. Hangi ırktan, hangi inançtan olursa olsun, bir çocuğun, bir kadının, savaşın karşısında çektiği acı, yaşadığı korku eşittir. Bir gözyaşının diğerine üstünlüğü olamaz. O yüzden, bugünü bir milat olarak alıp, hâlihazırdaki tüm savaşlar karşısında birlik olalım.

Çatışmaların ne yazık ki artan sayılarla sivilleri hedef aldığı bir dünyada, gözlerimizi kapatıp pembe rüyalar göreceğimiz uykular uyuyamayız. İnsanlık dün ve bugün olduğu gibi, her daim türlü imtihanlarla sınanacak. Bu sınavları, insanlıktan tam not alarak geçmek için, moral değerlerin kadim kitapların sayfasında sıkışıp kalmasına izin vermemeliyiz. Kısacası, diplomasiyi yeniden kurgularken, diyaloğun, insan sevgisinin ve evrensel değerlerin hâkim olduğu yeni bir sayfa açmalıyız.

Kıymetli Misafirler,

Savaşlar, sivil altyapıya olduğu kadar, kültürel hazinelerimize ve tabiata da büyük zarar veriyor. Savaşlar yüzünden birçok insanlık mirası yeryüzünden silindi. Tarihsel belleğimiz onarılması güç şekilde zarar gördü. Geleceğe aktarılabilecek nice eseri artık sadece fotoğraf karelerinde görebiliyoruz.

Bunun yanında, savaşların getirdiği kayıplardan bahsederken, tabiat başlığını sıklıkla ıskalıyoruz. İklim değişikliğinde insanlık için kırmızı alarm verilmiş bir dönemdeyiz. Gelecek, doğanın kurtarılmasına bu kadar bağlıyken, savaşlar, ekosistemimizi ve yaşam kaynaklarımızı geri dönüşsüz tahrip ediyor. Savaşlardan geriye, verimsiz topraklar, yok olan ormanlar, kirlenmiş su kaynakları ve azalan biyoçeşitlilik kalıyor. Hayvanlar da en az insanlar kadar yuvasız kalıyor, yerlerinden ediliyor, ölüyor ya da sakatlanıyorlar.

Şöyle bir dönüp geriye baksak, yakın zamandaki savaş ve çatışmaların doğa üzerindeki tahribatı üzerinde düşünmek bile, bir uyanışın vesilesi olabilir.

Mesela, hatırlarsanız, 1991 Körfez Savaşı’nda koylar petrolle tıkanmıştı. 953 kilometre-karelik bir alan üzerinde duman ve sis olmuştu. 1500 kilometrelik körfez kıyısında toprak, petrolü emmişti. 15 bin kilometre-karelik Mezopotamya sulak alanı yok oldu.

Denize akıtılan 11 milyon varil petrol, Basra Körfezini “ölü deniz” haline getirdi. Yüz binden fazla perdeli ayaklı ve göçmen kuşun beslenme alanları zarar gördü.

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde, 3 yıllık sivil savaşta, binlerce fil ve nesli tükenen goriller de öldürüldü.

1999 Kosova Savaşı’nda, 50’den fazla sanayi sitesi bombalandı. 80 bin ton petrol çevreye salındı, komşu ülkelere siyah yağmur yağdı.

1994-1995 yıllarında Bosna Hersek’te kullanılan kimi silahlar, içme sularını zehirledi. Tuna Nehri’ne 100 tondan fazla amonyum, petrol ürünleri ve ağır metaller karıştı.

Maalesef benzer örnekler listesi önümüzde uzayıp gidiyor.

Dünyaya bunu yapmaya kimsenin hakkı yok!  

Tüm inançların, insanın tabiatla nasıl ilişki kurması gerektiğine dair kuralları var. Mesela İslam dininde, tabiatla ilişki, aşırılıktan uzak, ölçülü ve dengeli olmak zorundadır. Peygamberimiz bir hadisinde; ‘ağaçlara sopa ile vurulamaz ve onlar kesilemez. Fakat zaruret hâlinde hayvanların yemesi için hafif ve yumuşak bir şekilde rıfk ile sallanarak yaprakları silkelenebilir’ buyurduğunu biliyoruz. Dinimiz ağaca vurmayı bile yasaklarken, yeryüzüne inen bombalar kabul edilemez. Kuran’da bir ayette; “Göğü Allah yükseltti ve mizanı O koydu, sakın dengeyi bozmayınız” der. Bunun gibi birçok ayet ve hadisi şerif, insanın doğa olan ilişkisini kurallara bağlar, ölçülü ve merhametli olmayı emreder. Her din ve her öğreti iyiliği, güzelliği emreder.

Değerli Konuklar,

Malumunuz, kadınlar, çocuklar, savaşlardan orantısız etkileniyorlar. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1325 sayılı kararının kabulünün üzerinden yirmi yıl geçti. Bu karar, kadınların barış ve arabuluculuk süreçlerine dâhil edilmesinin önemini ortaya koyuyor. Nitekim araştırmalar, 1992-2009 yılları arasında müzakerecilerin yalnızca yüzde 13’ünün, arabulucuların yüzde 6’sının kadınlardan oluştuğunu gösteriyor.

Hâlbuki kadınların arabuluculuk süreçlerinde, farklı gruplarla çalışmaya ve işbirliğine daha yatkın olduğu biliniyor. Kadınlar, barış süreçlerinde sosyal meselelere daha fazla odaklanarak başarı şansını artırıyorlar.

O nedenle, çatışma çözümü ve arabuluculuk süreçlerinin daha kapsayıcı olması hususuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Kadınların ve gençlerin seslerinin gür çıkması çok önemli!

Türkiye olarak, bu konuya büyük önem atfediyoruz. Yine Antalya’da düzenlenen, 8. İstanbul Arabuluculuk Konferansı’nın bir paneli tamamen kadınların ve gençlerin arabuluculuk süreçlerindeki önemini anlatmaya adanmıştı. İster mikro, ister makro düzeyde olsun, kadınların tüm karar mekanizmalarındaki varlığının artırılmasının hayati önemine yürekten inanıyorum. Kadın sağduyusunun ve müzakere yeteneğinin sorunların çözümüne ivme kazandıracağını biliyorum.

Sözlerime son vermeden, yüzyıllar öncesinden insanlığa seslenen Anadolu’nun büyük tasavvuf şairi Yunus Emre’nin sözlerini hatırlatmak istiyorum. Sade bir ifade ile, engin bir derinliği işaret eden çağrısında; “gelin tanış olalım, işi kolay kılalım” demişti. İnsanların arasındaki önyargı duvarlarını kırmak ve sevginin akışına imkan vermek, ancak yakınlaşmakla, diyalogla ve hoşgörüyle mümkündür. Yeter ki bu gayrette olalım.

Programa katılan tüm misafirlere şükranlarımı sunuyorum. Panelin hayırlara vesile olmasını diliyor, tüm konuşmacılara ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

Dünyanın daimi iyiliği için çok çalışıp, üreteceğimiz; savaşların insanlığı daha fazla yaralamadığı günler diliyorum.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Kalın sağlıcakla!