Değerli Muhtarlarımız,
Kıymetli Kardeşlerim,
Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle, hasretle selamlıyorum.
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne, milletin evine, bu gazi mekâna hoş geldiniz. Muhtarlar Toplantımızın 42’ncisinde sizlerle bir aradayız.
Bugün de Adana, Antalya, Balıkesir, Bilecik, Bingöl, Çankırı, Çorum, Erzincan, Isparta, İstanbul, Kırklareli, Konya, Muş, Samsun ve Tekirdağ illerimizden gelen siz kıymetli muhtarlarımızı misafir ediyoruz.
Ülkemizin ve dünyanın tüm meselelerini konuştuğumuz, mesajlarımızı paylaştığımız, sizlerin hissiyatını yakinen görme imkânı bulduğumuz bu platform, önümüzdeki ay üçüncü yılını dolduracak. Biz muhtarlarımızla kucaklaştıkça, hasbihal ettikçe, saflarımızı sıklaştırdıkça, ülkemizin bu en köklü demokrasi kalelerinin prestijleri de artmaya başladı.
Daha düne kadar istihzayla karşılanan, hatta “muhtar bile olamaz” manşetleriyle siyasi hayatımızın sona erdirdiğini ima edenler ve bununla beraber muhtarlık kurumunu aşağılayanlar bu buluşmalarımızın ardından da şunu gördüler ki, muhtarlar öyle aşağılanacak kurumlar, kişiler değil.
Muhtarlarımızın maaşlarından sigorta pirimi ödemelerine kadar tüm imkanlarını, yürüttükleri görevin önemine uygun bir seviyeye getirdik. Bugün artık, valiliklerimizde, kaymakamlıklarımızda, belediyelerimizde, diğer kurumlarımızda muhtarlarımızın talepleri daha bir dikkatle, daha bir ciddiyetle ele alınıyor, gereği yapılıyor.
Muhtarlarımızı üzenler beni de üzerler; o zaman da ben onları üzerim.
Muhtarlarımızdan da, bu temsil düzeyinize, kendilerine sağlanan imkanlara, üstlendikleri sorumluluğa uygun bir duruş, vakar ve bir gayret özellikle bekliyorum.
Mahallesine muhtar adayı dahi olamayacak derecede hayatın gerçeklerinden kopuk kişilerin bu ülkenin siyasetinde, bürokrasisinde, yönetiminde söz sahibi oldukları devirler geride kalmıştır.
Milletimizin gönlünde taht kuramayan, desteğini alamayan hiç kimsenin, arkasını şu veya bu güce yaslayarak efelik yaptığı dönemlerin kapısını, bir daha açılmamak üzere kapattık.
Biz eğer terör örgütlerinden küresel şer odaklarına kadar yedi düvele meydan okuyorsak, milletimizden ve sizlerden aldığımız destekle bunu yapıyoruz.
Arkasında milletin olmadığı devlet adamı ayakta kalamaz.
Milletinin tam desteğini almış bir devlet adamının ise önünde duracak hiçbir beşeri engel yoktur.
Biz, 40 yıllık siyasi hayatımızın her döneminde milletimizle birlikte yol yürüdük.
Geçtiğimiz 15 yılda ülkemizde demokrasiden ekonomiye hangi alanda tarihi reformlara imza attıysak, hepsini de milletimizle birlikte başardık.
Bugün de aynı anlayışla mücadelemizi sürdürüyoruz.
İşte 15 Temmuz gecesi, biz bu milletin ne kadar büyük, ne kadar kahraman, ne kadar cesur, ne kadar kararlı olduğunu bir kez daha gördük.
Ne diyor şair:
“Delikanlım! İşaret aldığın gün atandan!
Yürüyeceksin! Millet yürüyecek arkadan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan!”
15 Temmuz gecesi milletimizle birlikte darbecilerin üzerine yürüdük ve ülkemizin darbeler konusundaki makus talihini tersine çevirdik.
İlk defa darbecilerin değil milletin kazandığı bu hadise, tarihimizde bir dönüm noktasıdır.
İnşallah, şu an gündemimizde olan iç ve dış tüm sorunların üstesinden gelerek, bu dönüm noktasını daha büyük zaferlerle taçlandıracağız.
Kardeşlerim…
Kudüs, tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de, hem Müslümanların kendi aralarındaki, hem de dünyadaki vicdanlar için bir ölçü vazifesi görüyor.
Dün, Kudüs’ü işgal etmek için İstanbul’dan Anadolu’ya 600 bin kişiyle geçen Haçlı Ordularını Toroslara kadar 60 bin kişiye indiren bir millet, biz de bu vicdan terazisinde tartılıyoruz.
Ecdadımız, bin yıl boyunca, kanı ve canı pahasına Kudüs’ü ve tüm İslam coğrafyasını korumuştu.
Birinci Dünya Savaşı, bu büyük imtihanla bir kez daha yüzleşmemizin, Kurtuluş Savaşımız ise diriliş ruhuyla önümüzde yeni bir dönem açışımızın adıdır.
Millet olarak Birinci Dünya Savaşını daha ziyade kayıplarımızla, en fazla Çanakkale’deki büyük zaferimizle biliriz.
Halbuki, Birinci Dünya Savaşının üzerinde hala yeteri kadar çalışılmamış pek çok destanı vardır.
Bunlardan biri, mağrur İngiliz kuvvetlerinin Kut’ül Amare’de, bölgedeki en büyük hezimetlerinden birine uğratılmış olmasıdır.
Üzerinde önemle durulması gereken bir başka hadise, sırf düşman toplarıyla tahrip edilmesin diye Kudüs’ten ricat edilmiş olmasıdır, dönülmüş olmasıdır.
Bir diğer önemli husus, Osmanlının aynı anda pek çok cephede savaştığı bir dönemde Kafkas İslam Ordusuyla Azerbaycanlı kardeşlerimizin yardımına koşmamızdır.
Bugünlerde, birilerinin büyük bühtanıyla hatırladığımız bir başka destanımız da Medine Müdafaasıdır.
Bölgemizde ve dünyada Müslümanların çok ciddi baskı, zulüm ve saldırı altında olduğu bir dönemde, zalimlerin safında yer almayı maharet sananların, Medine Müdafaasını ve onun büyük kahramanı Fahrettin Paşa’yı hedef almaları boşuna değildir.
Çünkü Medine Müdafaası, İslam’ın ve onun büyük Peygamberinin, Efendimiz Muhammed Mustafa (SAV)’in, sembollerinin ve adının, şartlar ne olursa olsun, nasıl korunması gerektiğini gösteren ibretlik bir hadisedir.
Peki, nedir Medine Müdafaası ve kimdir Fahrettin Paşa?
Fahrettin Paşa, Osmanlının Tuna Vilayeti yöneticilerinden Mehmet Nahid Efendi ile meşhur Osmanlı akıncısı Bali Beyin ahfadından Fatma Adile Hanımın oğlu olarak, bugün Bulgaristan sınırları içinde yer alan Rusçuk’ta doğmuştur.
93 Harbinin ardından ailesiyle birlikte İstanbul’a gelmiş, Harp Okulunu ve Erkan-ı Harbiye’yi bitirdikten sonra da orduya katılmıştır.
Balkan Savaşında gösterdiği kahramanlıkla, Edirne’nin düşman işgalinden kurtarılmasına büyük katkı sağlamıştır.
Ardından Musul’da, daha sonra da Urfa bölgesindeki Ermeni isyanlarının bastırılmasında görevler üstlenmiştir.
1916 yılında Medine’ye tayin edilen Fahrettin Paşa, 1919’a kadar bu mübarek beldenin korunmasını üstlenmiştir.
Sürgünde bulunduğu Malta’dan döndükten sonra Ankara’daki Milli Mücadeleye katılmış, Afganistan Büyükelçiliği görevinde bulunmuş, Askeri Yargıtay’daki vazifelerinin ardından emekli olmuştur.
Medine korumasını yaparken Fahreddin Paşa, ey bize bühtanda bulunan zavallı, senin ceddin neredeydi? Ta İstanbul’dan kalkıp Medine Müdafaası için oraya gelen Fahrettin Paşa niçin geldi? O mukaddes toprakları orayı işgal etmek için gelenlere karşı korumak üzere geldi. Peki, senin ecdadın neredeydi?
Kardeşlerim…
Fahrettin Paşa’nın 2 yıl 7 ay süreyle müdafaa ettiği Medine’de yaptığı işler, gösterdiği kararlı duruş ve son ana kadar sergilediği direniş, gerçekten takdire şayandır.
Utanmadan, sıkılmadan Erdoğan’ın ecdadının mukaddes emanetleri oradan çalarak İstanbul’a getirdiğini söyleyecek kadar hezeyan içerisinde olan bu zavallılar, bunun adı çalmak değil tam aksine oraları istilaya gelen, işgale gelenlerden onları korumaktır. Ne adına? Şehit olmak adına.
Meşhur İngiliz ajanı LAVRENS’in, bin bir vaatle Osmanlının aleyhine döndürdüğü bazı Arap aşiretleriyle kuşattığı Medine’de bulunduğu süre içinde, Fahrettin Paşa sadece savunma yapmamış, şehri adaletle de yönetmiştir.
Paşa, Hicaz bölgesindeki İngiliz kuşatmasının daralması üzerine, Peygamber Efendimize ait mukaddes emanetleri, ordusunun önemli bölümünü oluşturan 2 bin kişilik bir koruma gücüyle İstanbul’a göndermiştir.
Böylece, mukaddes emanetlerin işgalci güçlerin eline geçmesini ve muhtemelen Avrupa şehirlerindeki görkemli müzelerde sergi malzemesi haline dönüştürülmesini engellemiştir.
Şimdi bu emanetler nerede? İstanbul Topkapı Müzesinde.
Türkiye olarak, İstanbul’un manevi örtüsü gördüğümüz kutsal emanetleri, Topkapı Sarayı’ndaki özel bölümlerinde titizlikle koruyoruz.
Batıdaki o malum yerlere mi gitseydi? Batıdaki o malum yerlerde ne olacağı akıbeti belli olmayan yerlere mi gitseydi? Çünkü bunların kafası, zihniyeti Batıcı da onun için bu saldırıyı başlattılar
Hatta, İkinci Dünya Savaşı sırasında, İstanbul’un tehdit altına girebileceği göz önünde bulundurularak, bu emanetler gizlice Anadolu’ya götürülüp muhafaza edilmiştir. Hassasiyeti görüyor musunuz?
Kutsal emanetleri İstanbul’a göndererek, rahat bir nefes alan Fahrettin Paşa, tüm gücünü ve enerjisini Medine’nin korunmasına vakfetmiştir.
Medine’nin çevresi tamamen düşmanla ve onlarla birlikte hareket eden isyancılarla çevrildiği için, şehre ne gıda, ne silah, ne de başka bir yardım ulaşmıştır.
İşte bu şartlarda Fahrettin Paşa Medine’yi iki yıl yedi ay boyunca savunmuştur.
Düşmanın baskısıyla İstanbul Hükümetinden defalarca tekrar edilen “teslim olması” telkinlerine itibar etmeyen Paşa, askerlerini ve şehir halkını toplayıp, onlara şunları söylemiştir:
“Ey insanlar!
Malumunuz olsun ki kahraman askerlerim, bütün islam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına ve son nefesine kadar muhafaza ve müdafaya memurdur.
Buna müslümanca, askerce azmetmiştir.
Allahu teâla bizimle beraberdir.
Şefaatçimiz o’nun resulü, peygamber efendimizdir.”
Evet… İşte bu duygularla şehri müdafaa eden Paşa, bulduğu her fırsatta Ravza-i Mutahhara’ya, Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesellemin kabrine gidiyordu.
Bu ziyaretlerinde Paşa, “Ya Resullullah! Senin için savaşanlarla sana karşı çıkanları görüyorsun; Allah’ın yardımını bize ulaştır” diye dua ediyordu.
Ya şimdi bakıyorsun, maalesef oraya yakın topraklarda bulunanlar bize utanmadan, sıkılmadan bühtanda bulunuyorlar. Önce haddini bil ya. Sen demek ki bu milleti tanımamışsın. Sen Erdoğan’ı da tanımamışsın, Erdoğan’ın ceddini ise hiç tanımamışsın.
Ama biz sizin şu anda ne tür garabetler içerisinde olduğunuzu gayet iyi biliyoruz. Sizin şu anda ne tür yanlışlar içinde olduğunuzu gayet iyi biliyoruz. Ama bizim ecdadımız şartların zorlaştığı, ilacın, yiyeceğin, içecek suyun dahi kalmadığı bir dönemde, Medine’yi büyük bir çekirge sürüsü basmıştı.
Fahrettin Paşa askerlerine öyle bir dönemde ne diyor biliyor musunuz? “Çekirge’nin serçeden ne farkı var? Temizdir, tazedir, şifalıdır” diyerek aylarca onları şehri istila eden çekirgelerle besledi.
İmana bak! “İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür, imansız olan paslı yürek sinede yüktür.” İşte imanlı olanlar, işte imansız olanlar; aradaki fark bu.
Bu arada, hem İstanbul Hükümeti, hem de çevresindekiler tarafından sürekli teslim olması yönünde zorlanan Paşa, sonunda kılıcını Peygamber Efendimizin mezarına bırakarak, teslime mecbur kalıyordu.
Medine’nin tesliminin ardından korkulan oluyor, şehir günlerce yağmalanıyordu.
Fahrettin Paşa’nın, karışıklıklardan dolayı şehri terk eden binlerce Medine sakininin kilit altına aldırıp titizlikle koruduğu evlerinin kapıları kırılıp, içlerinde ne varsa talan ediliyordu.
Kardeşlerim…
Tarihimizin işte bu mümtaz şahsiyetine ve onun Medine’de gösterdiği şanlı direnişe dil uzatanların, hep altını çiziyorum, bugün kimlerle, nerelerde, ne işler çevirdiğini biz gayet iyi biliyoruz.
Fahrettin Paşa, Medine’nin tek taşına dahi el uzatmamış, şehir halkının tüm mallarını güvence altına almış, adaletten asla ayrılmamış bir komutandır.
Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği kutsal emanetlerin tek biri dahi zarar görmemiş, ticari meta haline dönüştürülmemiştir.
Peygamber Efendimizin hürmetine, bu kutsal emanetler bugün de titizlikle korunmaya devam etmektedir.
Buna karşılık, işgalcilerin ve onlarla birlikte hareket edenlerin eline geçen eserlerin nerelerde, ne durumda olduğunu en iyi bilenler, herhalde bize bu suçlamaları yöneltenlerdir.
Önce onlara bir sormak lazım, şimdi sen böyle bir konuşma mı yaptın, böyle bir açıklama mı yaptın? Ha! Acaba, o Batıya giden o emanetler şu anda ne durumda, onlara hiç gidip baktın mı? Acaba onları tekrar geriye almak için bir çabanız, gayretiniz var mı? Yok. Ama bizdeki emanetler sevgililer sevgilisi Peygamber Efendimizin, evet, ruhaniyetine uygun bir şekilde burada korunmaktadır.
Arap halkları, tıpkı Orta Asya’daki, tıpkı Balkanlardaki, tıpkı Kafkasya’daki, tıpkı diğer bölgelerdeki kardeşlerimiz gibi bizim canımızdır, kardeşlerimizdir ve canciğer olduğumuz kardeşlerimizdir, gönüldaşlarımızdır, yoldaşlarımızdır.
Bununla birlikte, Arap ülkelerindeki kimi yöneticilerin Türkiye’ye yönelik husumetlerinin, kendi dirayetsizliklerini, acziyetlerini, hatta ihanetlerini örtme amaçlı olduğu da açıkça ortadadır.
Millet olarak, Rabbimizin rızası ve Peygamber Efendimizin hatırası uğruna, kutsal toprakları korurken döktüğümüz kanların her damlası bizim için şereftir, şandır, inşallah dar-ı bekada şefaat vesilemizdir.
Bazı ülkelerin kimi had bilmez, tarih bilmez, diplomatik nezaket bilmez yöneticileri, ne Arap halklarıyla olan kardeşliğimize, ne de Rabbimizin rızası ve Peygamberimizin şefaati uğrunda verdiğimiz mücadeleye gölge düşüremez.
Müslüman olmanın birleştiriciliği hepimize yeter.
Uhuvvetten nasibi almamış olanların hezeyanları, Türkleri de, Arapları da, Kürtleri de, Farisileri de, diğer Müslümanları da bağlamaz.
Zira biz yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevdik. Böyle de sevmeye devam edeceğiz.
Bu bakımdan meydanı, kendi şahsi çıkarları uğruna Müslümanların birliğine ve dayanışmasına çamur atanlara asla bırakmayacağız.
Fahrettin Paşa’nın Peygamber Efendimize o güzel yakarışını burada bir kez daha tekrarlamak istiyorum:
“Ya Resullullah! Senin için savaşanlarla sana karşı çıkanları görüyorsun; Allah’ın yardımını bize ulaştır”.
Evet, bu duaya Mehmet Akif gibi amin demek yakışır:
“Ey ulu Peygamberimiz nerdesin?
Dinle minaremde öten gür sesin!
Gel, bana yar ol ki cihan titresin,
Kimse dönüp süngüme yan bakmasın.
Amin! Desin hep birden yiğitler,
Allahu ekber! Gökten şehidler.
Amin! Amin!
Allahu ekber!
Allahu ekber!”
Kardeşlerim…
Amerika Birleşik Devletleri, geçtiğimiz günlerde kendi güvenlik stratejisini açıkladı.
Bu stratejiyi; “Her şey Amerika için” diyerek özetlemek mümkündür.
Elbette her ülkenin kendine göre bir güvenlik stratejisi belirleme ve bunu hayata geçirme hakkı vardır.
Dolayısıyla biz de bu hakka sahibiz.
Türkiye olarak kendi güvenlik stratejimizi şu şekilde özetleyebiliriz:
Tek millet
Tek bayrak
Tek vatan
Tek devlet
Bizim güvenlik stratejimiz de bu!
Her kim, milletimizin birliğine, beraberliğine, kardeşliğine göz dikerse, güvenlik stratejimize saldırmış demektir.
Her kim, bayrağımıza, ezanımıza, şehitlerimizin ve gazilerimizin emanetleri olan değerlerimize saygısızlık ederse, güvenlik stratejimizi ihlal etmiş demektir.
Her kim, vatanımızın tek bir taşına dahi el sürmeye tevessül ederse, kırmızı çizgilerimizi geçmiş demektir.
Her kim, devletimizi yıkmaya, paralel devletler icat etmeye çalışırsa, güvenlik stratejimizin kadim duvarlarına kafasını çarpmış demektir.
Milli birliğimize, egemenliğimize, toprak bütünlüğümüze ve haklarımıza saygı duyan herkesle birlikte yol yürümeye, ittifaklar kurmaya, müttefiklik ilişkisi içine girmeye hazırız.
Bu değerlerimizden herhangi birine el uzatanın elini kırmak da boynumuzun borcudur.
Türkiye, hiçbir zaman terör örgütleri üzerinden başka ülkeleri, başka toplumları hedef almadığı gibi, bu yönteme tevessül edenlere de asla teslimiyet göstermez.
Türkiye, hiçbir zaman ekonomiyi bir sömürü, bir tehdit, bir şantaj aracı olarak kullanmadığı gibi, buna kalkışanlara da eyvallah etmez.
Biz, kendi özgürlüğümüz, kendi onurumuz, kendi geleceğimiz için ne kadar hassasiyet gösteriyorsak, kardeşimiz ve dostumuz kabul ettiğimiz toplumlar konusunda da aynı duyguları besliyoruz.
Bunun için Suriye ağladığında, bizim de gözyaşlarımız akıyor.
Irak ağladığında aynı şekilde, biz de mahzun hale geliyoruz.
Bunun için Filistin’deki masumlara eziyet edildiğinde, bizim de yüreğimiz yanıyor.
Bunun için Afrika’da çocukları açlıktan bir deri bir kemik kalmış gördüğümüzde, bizim de lokmalarımız boğamıza diziliyor.
İşte bu hafta sonu inşallah yine bir Afrika’ya geçeceğiz, bir Sudan yapacağız. Sudan’dan sonra inşallah Çad’a, oradan Tunus’a gitmek suretiyle bir anda şöyle üç tane Afrika ülkesini dolaşmış olacağız. Niye gidiyoruz buralara? Ne var, ne yok görelim, edelim. Onlarla beraber dertleşelim, hasbihal edelim ve neler yapabiliriz, bunun da gayreti içerisinde olalım.
Bunun için Balkanlardaki kardeşimiz kendisine ibadet edecek cami bulamadığında, secdeye giden alnımız ateş gibi yanıyor. Ve orada acaba ne yapabiliriz, onun gayretine giriyoruz.
Bunun için Avrupa’daki göçmenler ırkçıların tacizine uğradığında, oturduğumuz koltuk dikene dönüşüyor. İşte 3,5 milyon Suriyeli mülteci nerede şu anda? Bizim topraklarımızda, onlara biz ensar olduk. Neden? Çünkü bizim kültürümüzde, bizim inancımızda, bizim medeniyetimizde, veren el, alan elden üstündür. Onun için bu adımları attık.
Bunun için Arakan’daki Müslümanların evleri başlarına yıkıldığında, biz de gök kubbenin üzerimize indiği hissine kapılıyoruz.
İşte bakın, şu anda üçüncü gün Başbakanımız geniş bir heyetle nerede? Bangladeş’te ve dün oradaki kampları ziyaret etti ve oradaki vatandaşların, oradaki Arakanlı Müslümanların halini gördü. Bunlar bizim de başımıza gelebilirdi. Ya biz onların halini görüp halimize ne yapacağız? Hamdedeceğiz. Ya onlar bizim başımıza gelseydi ne olurduk, nice olurduk
Bunun için Akdeniz’de batan her teknenin haberiyle, bizim de kalbimizin bir kısmı sulara gömülüyor.
Velhasıl, Türkiye olarak, Türk Milleti olarak, sorumluluğumuz büyük ama hamdolsun bunun üstesinden gelecek gücümüz ve azmimiz daha da büyük…
Bu duygularla, bir kez daha Cumhurbaşkanlığı Külliyesini, bu gazi mekânı teşrifleriniz için her birinize ayrı ayrı şükranlarımı sunuyorum.
Mahallelerinizdeki, köylerinizdeki kardeşlerime en kalbi muhabbetlerimi, selamlarımı iletmenizi rica ediyorum.
Biraz sonra yemekte tekrar bir arada olacağız.
Şimdilik sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyor, Allah yar ve yardımcınız olsun diyorum.
Sağlıcakla kalın.