Kıymetli misafirler,
Değerli kardeşlerim,
Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle selamlıyorum. Mukaddes Emanetler Işığında başlığıyla düzenlenen serginin ve sempozyumun başarılı geçmesini Rabbimden niyaz ediyorum. Osmanlı’nın Mısır’ı fethinin ardından mukaddes emanetlerin İstanbul’a getirilişinin 500. Yıl Dönümü vesilesiyle düzenlenen bu programın hayata geçirilmesinde emeği geçen İnsan ve Medeniyet Hareketi yöneticileri başta olmak üzere herkesi tebrik ediyorum.
Her biri kendi alanlarının üstadı mertebesinde olan sanatkârlarımızın eserlerinden oluşan sergimizi de İslam medeniyetinin sanat alanında yükselişinin adımlarından biri olarak görüyorum. Sempozyuma görüşleriyle, birikimleriyle katkı verecek olan hocalarımıza da buradan özellikle teşekkür ediyorum.
Değerli kardeşlerim;
Mukaddes emanetlere ev sahipliği yapıyor olmamız, milletçe bizim en büyük iftihar sebeplerimizden biridir. Açıkçası, bu emanetlere bizden daha iyi sahip çıkabilecek, hiçbir şekilde saygıda kusur etmeyecek bir başka millet olduğunu da sanmıyorum. Dünyayı etraflıca gezdim, geziyorum, dolaşıyorum, gerçekten bu hassasiyeti bizim milletimiz emanetleri aldığı andan bugüne çok çok dikkatli, hassasiyetle buraya kadar getirdi ve güçlenerek de götürüyor.
Bugün çevremize baktığımız zaman, İslam tarihi bakımından çok önemli nice eserin, nice mekânın, nice eşyanın maalesef ya tamamen kaybolup gittiğini, ya da harap vaziyette bulunduğunu görüyoruz. Halbuki medeniyetler manevi mesajlarıyla olduğu kadar, maddi miraslarıyla da yaşarlar, yaşatılırlar. Bu maddi mirasın orijinalleri hassasiyetle muhafaza edilirken, onlardan ilham alınarak üretilen eserlerin yeni nesillerin günlük hayatlarının bir parçası haline getirilmesi de çok ama çok önemlidir.
Peygamber Efendimizin (A.S) kendisi hayattayken başlayan O’nun hatıralarına hürmet gayretlerinin, daha sonra hoyrat bir şekilde ortadan kaldırılmaya çalışılmasından fevkalade üzüntü duyuyoruz. Bizim ecdadımız, Medine’deki son askerimiz oradan çekiline kadar Peygamber Efendimizin (A.S) aziz hatıralarına hürmette en küçük bir kusur etmemiştir. İstanbul’dan Mekke ve Medine’ye gönderilen surre alayları bu hürmetin en önemli sembollerinden biridir. 1400’lü yılların başından itibaren kutsal topraklara gönderilen bu alaylara İstanbul ve Anadolu’da ahali tarafından verilen katkılar da eklenirdi, böylece ortaya çıkan meblağ yol boyunca uğranılan yerlerde ve özellikle Mekke, Medine’de fakir-fukaraya, bölge halkına dağıtılırdı. Surre alayının Anadolu Yakasında yola çıktığı yerin adının Ayrılık Çeşmesi olarak ifade edilmesi dahi başlı başına ibret vericidir.
Fahrettin Paşa’nın Medine kuşatmasının başlamasından kısa bir süre önce kutsal emanetlerin son kısımlarını İstanbul’a ulaştırmak için gösterdiği gayreti bir asır sonra saygıyla yâd ediyoruz. Kendisine verilen emirlere rağmen, Peygamberimize olan muhabbeti ve onun hatıralarına olan hürmeti sebebiyle aylarca Medine’yi bırakmayan Fahrettin Paşa’nın subaylarından biri şöyle diyordu: “Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz, / Can verir, cananı (S.A.V) veremez Türkler / Ebedi Hadim-ül Harameyniniz / Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.”
Gerçekten çok zor şartlar altında sürdürülen şanlı bir direnişin sonunda İstanbul’un ve bu kutsal şehrin talan edileceği şantajıyla, zaten atacak kurşunları, yiyecek lokmaları kalmamış olan askerlerimiz Medine’yi boşaltmak zorunda kalır. Bölgenin işgaline ve yaşanan tüm zorluklara rağmen, surre alaylarıyla adet haline getirilen Harameyn’deki fukaralara yardım dağıtma işi 1924 yılına kadar sürdürülmüştür. Ne milletmişiz, ne ecdadımız varmış bizim, hiç bunları hafife almamış, sonuna kadar sahiplenmiş. Esasen bu güzel geleneği yeniden başlatmayı da düşünmeliyiz, başarmalıyız. Yine milletimizin tamamının katkılarıyla oluşturulacak bir fon aracılığıyla mübarek üçaylar boyunca Mekke ve Medine’de bulunan, dünyanın her köşesinden gelmiş gariplere yardım ulaştıracak bir mekanizmayı da kurabiliriz, bunun da gayreti içerisinde olmamız gerekir diye düşünüyorum.
500 yıllık tarihi süreç boyunca İstanbul’a getirerek koruma altına aldığımız mukaddes emanetlere adeta gözümüz gibi bakarak işte bugünlere kadar geldik. Topkapı Sarayındaki Mukaddes Emanetler Dairesini en son 2007 yılında kapsamlı bir tadilattan geçirip genişlettik. Mukaddes emanetler Peygamber Efendimizle birlikte diğer peygamberlerin, İslam büyüklerinin, kutsal mekanların hatıralarını da kapsıyor. Bu bakımdan biz aslında diğer dinlere mensup insanların da emanetlerinin bir yerde bekçiliğini yapıyoruz. Mukaddes emanetlere olan saygımız, bunların korunması, muhafazası konusunda çok önemli sanat eserlerinin ortaya konmasına vesile olmuştur. Bu emanetlere Allah’ın izniyle kıyamete kadar canımız pahasına sahip çıkmakta, onlara hürmeten yapılan eserleri devam ettirmekte kararlıyız. İstanbul gibi muhteşem bir şehre böyle muhteşem bir emaneti bağrında muhafaza etmenin çok yakıştığına inanıyorum.
Değerli kardeşlerim, saygıdeğer hocalarım;
Bölgemizde yaşanan acılar Müslümanlar olarak mukaddes emanetlerde sembolleştirdiğimiz değerlerimize yeterince sahip çıkamadığımızın en büyük ispatıdır. Asırlar boyunca İslam’ın ve Müslümanların en nadide eserlerine ev sahipliği yapmış Suriye ve Irak topraklarında yaşanan vahşet yüreğimizi parçalıyor, yakıyor. Bazen şunu söylüyorum: Ah Suriye, keşke seni tanımasaydım, tanıdıktan sonra tabii bu çok daha ağrımıza gidiyor. Bütün o eserlerin yer ile yeksan olması bizi gerçekten yakıyor, yıkıyor.
Bölgeden hemen her gün çocukların, kadınların, ihtiyarların, masum insanların ya terör örgütleri ya da güya onlara karşı operasyon yürüten güçler tarafından katline dair acı haberler geliyor. Türkiye olarak bu acıların önüne geçebilmek için hem kendi sınırlarımız boyunca, hem de uluslararası alanda elimizden gelen tüm gayreti gösteriyoruz. Esasen bölgede oynanan oyunun bizim birliğimizi, beraberliğimizi, geleceğimizi hedef aldığını da çok iyi biliyoruz. Ama ne yazık ki üzülerek söyleyeceğim, hala birliğimize, beraberliğimize, dirliğimize gayret sarf etmiyoruz. Acaba nasıl kendi içimizde bölünebiliriz, bunun gayreti içerisinde olanları da gördükçe bu bizi ayrıca yaralıyor.
Her zamankinden çok daha fazla birliğe, beraberliğe, kardeşliğimizi güçlendirmeye ihtiyacımızın olduğu bir dönemden geçiyoruz, bunu da özellikle vurgulamak istiyorum. Az önce Mehmet Güney kardeşimin ifade ettiği gibi, bizim bu dayanışmamız, bu birliğimiz, bu beraberliğimiz tartışılmaz. Bunun devam etmesi, güçlenerek devam etmesi olmazsa olmazımızdır. Bugüne kadar bu senaryonun neticeye ulaşmasına izin vermedik, inşallah bundan sonra da bölünmemize zemin hazırlama gayreti içerisine girenleri bu fırsatı milletimizle beraber vermeyeceğiz.
Türkiye’nin istiklali ve istikbali için yürüttüğü mücadelenin başarısı tıpkı bin yıldır olduğu gibi tüm İslam coğrafyasının istiklali ve istikbaline önderlik edecektir. Hatta daha da ötesi, Türkiye’nin duruşu dünyanın her yerindeki mazlumlar ve mağdurlar için de bir umut kaynağı olacaktır. Zaten halklar nezdinde bir sıkıntı yok, sıkıntı başka yerde. Bu bakımdan sorumluluğumuz çok ağır. Kendimizle birlikte bölgemizde ve dünyada üstlendiğimiz misyonun hakkını vermek, millet ve devlet olarak boynumuzun borcudur.
Dün bize ‘hasta adam’ diyenlerin, bugün kendilerinin ekonomik, sosyal, siyasi hastalıkların pençesinde kıvrandıklarını biliyoruz. Bu kritik dönemi bizim çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Şunu unutmayalım: Her kriz yeni bir fırsattır. Bize kurulan tuzakları tersine çevirip yeni bir yükselişin basamakları haline getirebiliriz, bu şansımız var, bu insan gücümüz var. Bunun için birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize çok sık bir şekilde sahip çıkmamız şarttır. Yeni dönemde siyaset, ekonomi ve güvenlik boyutundaki başarılarımızı medeniyetimizi ihyası için olmazsa olmaz olarak gördüğümüz eğitimle, kültürle, sanatla, mimariyle tahkim etmeliyiz.
Bu noktada tabi hocalarımıza gerçekten çok ama çok iş düşüyor. Ve teşvik, gençlerimizin bu alanlardaki hakikaten rol üstlenmeleri geleceğimizin teminatı olmaları bakımından da çok çok önemli. Şayet bun başaramazsak, şeklen de, ruhen de arzu ettiğimiz özgünlüğe ve özgürlüğe kavuşamayız. Merhum Arif Nihat Asya’nın veciz bir şekilde ifade ettiği gibi:
“Neler duydu şu dünyada,
Mevlidine hayran kulaklarımız.
Ne adlar ezberledi ey Nebi,
Adına alışkın dudaklarımız.
Artık yolunu bilmiyor,
Artık yolunu unuttu ayaklarımız.
Kabe’ne siyahlar yakışmamıştı,
Ya Muhammed, bugünkü kadar.”
Evet, kulaklarımıza, dudaklarımıza, ayaklarımıza bu şekilde sitem etmek istemiyorsak, tüm unsurlarıyla medeniyetimize sahip çıkacağız. Önümüzdeki dönemde medeniyetimizin ihyası için yürütülen çalışmaları en az güvenlikteki, en az diplomatik alandaki başarılar kadar önemli görüyoruz.
Ben bu duygularla bir kez daha Mukaddes Emanetler Işığında Sergisi ve Sempozyumunun hayırlı olmasını diliyor, emeği geçen tüm kardeşlerime şahsım, milletim adına tekraren teşekkür ediyorum. Sizlere sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum, kalın sağlıcakla.