4. Uluslararası Ombudsmanlık Sempozyumunda Yaptıkları Konuşma

02.03.2017

Saygıdeğer katılımcılar,

Kıymetli misafirler,

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve dost ülkelerin değerli ombudsmanları,

Hanımefendiler, beyefendiler;

Sizleri en kalbi duygularımla, hasretle, muhabbetle selamlıyorum. Bu yıl 4’üncüsü gerçekleştirilen Uluslararası Ombudsmanlık Sempozyumunun başarılı geçmesini diliyorum. Türkiye Kamu Denetçiliği Kurumu’na, çok değerli Kamu Başdenetçimize ve çalışma arkadaşlarına bu önemli sempozyumu düzenledikleri için teşekkür ediyorum. Sempozyuma yurt içinden ve yurt dışından katılan tüm değerli dostlarımıza hoş geldiniz diyor; teklifleri, eleştirileri ve katkıları için şimdiden kendilerine şahsım, milletim adına şükranlarımı sunuyorum.

Şüphesiz bu tür sempozyumlar bir genel değerlendirmeye, samimi bir murakabeye imkân vermesi yanında, farklı ülkelerin tecrübelerinin de edilmesine, eksiklerin, hataların görülmesine katkı sağlıyor. Burada 2 gün boyunca yapılacak tartışmaların, sunumların, fikir teatilerinin kamu denetçiliğimizin her açıdan güçlenmesine vesile olacağına inanıyorum.

Değerli dostlar;

2012 yılında hayata geçirdiğimiz Kamu Denetçiliği Kurumu, devletle vatandaşı kucaklaştırma, aradaki engelleri kaldırma irademizin en somut tezahürlerindendir. Esasında biz ombudsmanlık müessesini çok daha önce ülkemize kazandırmak istiyorduk. Bu amaçla 2006 yılında 5548 Sayılı Kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul ettik. Ancak, bildiğiniz gibi bu kanun dönemin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi, bu sebeple ombudsmanlığın kuruluşu daha sonraki yıllara kaldı. Gecikmeyle de olsa ilhamını ve köklerini kendi tarihimizden, Osmanlı’dan alan bu kurumun vatandaşlarımızın hizmetine sunulmasından büyük bir memnuniyet duyuyorum.

Ancak burada şu hususu da dikkat ile ifade etmek istiyorum: Kamu denetçiliğinin kuruluş serencamı eski Türkiye alışkanlıklarının kimin nasıl konumlandırıldığının tespiti noktasında çok önemli. Bu hadise Türkiye’deki yönetim sistemi değişikliğinin sebeplerini ortaya koyması bakımından kritik bir önemdedir. Çünkü 2006 yalında kanunun iptali için Anayasa Mahkemesine gidenlerin yaklaşımı, bizim tam da cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle önüne geçmeye çalıştığımız bir sorunun ifadesidir. Biliyorsunuz 2006 yılında 5548 Sayılı Kanunun iptali için mahkemeye başvuranlar, dönemin Cumhurbaşkanı ve ana muhalefet partisiydi. Ana muhalefet partisinin ve dönemin Cumhurbaşkanının hadiselere bakışı ile Anayasa Mahkemesinin o günkü yapısını dikkate alındığımızda, alınan iptal kararı hiç kimse için sürpriz olmadı.

Evet, Türkiye şu anki bulunduğu seviyele çok kolay gelmedi. Biz uzun süre önünü açmak yerine tıkayan, statükonun muhafızlığına soyunan bir anlayışla mücadele ettik. Demokles’in Kılıcı gibi seçilmişlerin üzerinde sürekli baskı kuran, elindeki kamu gücünü siyaseti hizaya sokmanın aracı haline getiren bir zihniyetle çarpışarak ülkemize hizmet etmeye çalıştık.

Ülkenin ve vatandaşın menfaatine olacak birçok proje, hizmet ve eser maalesef sistem içine özel olarak yerleştirilmiş vesayet odakları tarafından sabote edildi. Kamuda etkinliği ve verimliliği artıracak, şeffaflığı, hesap verebilirliği, denetimi güçlendirecek adımlar çeşitli bahanelerle engellenmek istendi. Hukuk, anayasa ve yasalar yenilikçi, uzlaşmacı ve objektif bir anlayışla değil, tamamen statükocu ve ideolojik bir bakış açısıyla yorumlandı.

Türkiye’nin bugün geldiği noktadan geriye doğru baktığımızda, bu anlattıklarımız yıllar önce yaşanmış uzak hadiseler gibi görünüyor olabilir. Bilhassa yabancı misafirlerimizin dile getirdiğim bu hususları anlamakta, anlamlandırmakta zorluk çektiğinin de farkındayım. Ancak, bu yaşadıklarımız meçhul bir tarihin, uzak geçmişin değil, sadece 3-5 yıl öncesinin olaylarıdır. Emin olun, biz dik durmasaydık, elimizi değil gövdemizi taşın altına koymasaydık, bu ülkede yapılanların 10’da 1’ini dahi gerçekleştiremezdik.

Hamdolsun, çabalarımız ve milletimizin güçlü desteği sayesinde Türkiye bu alanlarda da bir değişim-dönüşüm geçirdi. En büyük değişim ve devletle vatandaş arasındaki münasebetin niteliğini de yaşadı. Türkiye son 14 yılda devletin maslahatını vatandaşının menfaatlerinin önüne koyan bir anlayıştan, vatandaşı önceleyen, vatandaşın hakkını devlet karşısında koruma altına alan bir sisteme geçti, aslolan bu.

Devleti namütenahi gören tasavvur terk edilmiş, devleti hukukla, vicdanla, uluslararası anlaşma ve kurallarla sınırlayan bir yapı tesis edilmiştir. İnsanımızın devletten korktuğu, ürktüğü atmosferin yerine, işte 15 Temmuz darbe teşebbüsünde olduğu gibi, devletini canı pahasına sahiplendiği bir iklim oluşturulmuştur. Türkiye’de artık vatandaşına tepeden bakan, ceberut, mütekebbir bir yönetim anlayışı değil, vatandaşına hizmetkâr olan anlayış vardır. Bir tek vatandaşımızın dahi devlet kapısından boynu bükük, kalbi kırık, haksızlığa uğradığı düşüncesiyle ayrılmasına gönlümüz razı olmaz. Biz kökeni, dini, mezhebi, dünya görüşü ve yaşam tarzı her ne olursa olsun, bu ülkenin her bir vatandaşının eşit olduğuna, eşit haklara sahip olduğuna inanıyor, bunun mücadelesini veriyoruz.

Kıymetli dostlarım;

Elbette hedeflediğimize tamamen ulaştığımız, her açıdan mükemmel bir yerde olduğumuz iddiasında değilim. Bunun uzun ve zahmetli bir süreç olduğunun farkındayız, ama tüm sıkıntılara rağmen hayata geçirdiğimiz reformların bizi ideallerimize bir adım daha yaklaştırdığını biliyoruz.

Nitekim 15 Temmuz gecesi yaşananlar bu tespitlerimizin haklılığını tekrar ortaya koymuştur. Diğer tüm farklılıklarını bir kenara bıkarak, 80 milyonun tamamı o gece devletine sahip çıkmıştır. 40 yıldır devlete sızan, hizmet, eğitim diyerek milletin malını, rızkını, çocuklarını gasp eden bir çete, 80 milyonun direnişi sayesinde hezimete uğramıştır. O gece milletimiz tarihe nakşolan bir demokrasi destanını kanıyla, canıyla yazmıştır.

Şimdi bu örgütün devlet kurumlarından tasfiyesine yönelik kararlı adımlar atıyoruz. Tüm zorluğuna rağmen inşallah bu süreci hukuk içinde sürdüreceğiz. Aynı şekilde örgütün devletimize ve toplumsal yapımıza verdiği tahribatın izlerini temizlemeye çalışıyoruz. Bunun yanında, puslu havada avlanmaktan hoşlanan, tüm umudunu krize ve kaosa bağlamış eski Türkiye artıklarının oyunlarıyla da uğraşıyoruz. İnşallah FETÖ’nün ve vesayet odaklarının kalıntılarının tamamen tasfiye edilmesiyle Türkiye’nin yolu ve bahtı daha da açılacaktır.

Bu süreçte Kamu Denetçiliği Kurumumuza da şüphesiz ki önemli görevler düşüyor. Kuruluş aşamasında yaşanan onca sıkıntıya rağmen hamdolsun bugün Kamu Denetçiliği Kurumu milletimize büyük hizmetler sunuyor. Son beş yılda kurumumuza yapılan başvurular, ombudsmanlık mekanizmasının doldurduğu boşluğun tespiti açısından önemli bir göstergedir. Biraz önce de ifade edildiği gibi, bugüne kadar kuruma yapılan başvuru sayısı 25 bine yaklaştı. Bunlardan 23 binden fazlası incelendi ve neticelendirildi. Yapılan başvurularla ilgili verilen kararlara uyma oranı yüzde 42’dir. 2013 yılında bu rakamın yüzde 27 olduğu düşünüldüğünde, her geçen gün kurumun etkinliğinin, yaptırım kapasitesinin arttığını görüyoruz. Ancak biz bu seviyeleri yeterli bulmuyoruz. Bu oranın daha da artması için elbirliği içinde çalışmayı sürdürmeliyiz. İnşallah şahsımın, hükümetimizin ve Meclisimizin de desteğiyle bu oranı ülkemize yaraşır seviyelere taşıyacağımıza inanıyorum.

Değerli misafirler;

Bu yılki sempozyumun temasının ‘göç ve mülteciler’ olarak belirlenmesini son derece isabetli bulduğumu ifade etmek isterim. Sadece ülkemiz değil Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya kadar dünyanın hemen her bölgesi göç ve mülteciler meselesiyle yüzleşiyor. Az önce perdede, mültecilerin konumunu, durumunu izledik. Çocukları gördük, onların nasıl sefaletler yaşadığını gördük. Bunlara İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin gereği hep birlikte sahip çıkmamızın gereğine inanıyorum.

Ama güçlü olan ülkelerin bu konuda duyarlı olmadığını burada ifade etmek isterim. Bugün Avrupa ülkeleri başta olmak üzere güncel siyasetin ana konusunu göçmenlerle ilgili tartışmalar oluşturuyor. Tartışma güzel; ama problemi çözmeye gelince, maalesef sadece seyrediliyor.

Burada öncelikle şu noktanın tespitini iyi yapmamız gerekiyor: Her ne kadar göç ve mülteciler konusu devletlerin ve uluslararası örgütlerin gündeminde üst sıralarda yer alıyor olsa da, meselenin daha çok güvenlik ekseninde tartışıldığını görüyoruz. Ne yazık ki sorunun insani, toplumsal, hukuki ve vicdani boyutu yeteri kadar gündeme getirilmiyor. Kuşkusuz yaşanan terör saldırılarının ciddi etkisi bulunuyor. Batıdaki belli odaklar, bilhassa ırkçı gruplar, mülteciler ile terör olayları arasında bir paralellik kurmaya çalışıyor. Mülteci ve göç konusunun sadece güvenlik parantezinde değerlendirilmesi, insanlık vicdanında çok büyük yaralar açacaktır.

Öncelikle bu sorunu ortaya çıkaran, insanları evlerini, yurtlarını, sevdiklerini terk etmeye zorlayan saikleri ortaya koymamız şarttır. Ortada mücbir sebep yokken hiç kimse derme çatma botlarla kendini, ailesini, gözünden sakındığı evlatlarını azgın dalgaların arasına atmaz. Sahil Güvenlik Komutanlığımız son 2 yılda 130 bin göçmeni denizlerde boğulmaktan kurtarıp ülkemize getirmiştir. Yaşanan onca trajediye rağmen milyonlarca insan bu tehlikeyi göze alıyorsa, ortada üzerinde durulup düşünülmesi gereken ciddi bir sorun var demektir.

Şu anda Suriye ve Iraklı olarak 3 milyon mülteciyi ülkemizde barındırıyoruz, onlara ev sahipliği yapıyoruz. Ve şu ana kadar yaptığımız harcama 26 milyar doları bulmuştur. Ne yazık ki ne Avrupa Birliği verdiği sözde durmuştur, ne Birleşmiş Milletler Mülteciler Konseyi verdiği sözde durmuştur. Verseler de-vermeseler de biz silahlardan kaçan, varil bombalarından kaçan bu insanları evimizde misafir etmeye devam edeceğiz. Bunu insani bir görev telakki ediyoruz. Onlar bombalardan kaçarken, onlara Batı tel örgülerle kapısını kaparken aynı şeyi biz yapamayız. Buna ne vicdani, ne İslami, ne insani, hiçbir anlayış bize yer vermez.

Aylan bebekleri ölüme götüren nedenlerin tespitini yapmadan bu meselenin çözümü için yapılacakları da doğru bir şekilde tayin edemeyiz. Bu açıdan bilhassa sempozyumdaki sunumların, tartışma başlıklarının belirlenmesinde kamu kurumları yanında insani yardım kuruluşlarının da katkılarının alınmasını çok değerli buluyorum. Çünkü bu kurumlarımız insanları göçe zorlayan sebepleri bizzat yerinde görüyorlar.

Bu kuruluşların temsilcileri, çocukların umutlarını karartan uçaklara, varil bombaları altında hayata tutunmaya çalışan sivillere, işkencenin her türlüsünün yaşandığı hapishanelere ilk elden şehit oluyorlar. Meselenin sadece güvenlik ve insani kriz bağlamında ele alınamayacağını en iyi onlar biliyorlar. Bu noktada onların tartışmalara yapacağı katkıların ve tecrübe paylaşımlarının gerek misafirlerimiz, gerekse Kamu Denetçiliği Kurumumuz açısından çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.

Değerli arkadaşlar;

Her ne kadar Türkiye Suriye ve Irak’taki istikrarsızlıklar sebebiyle göç ve mülteciler meselesiyle son dönemde yoğun bir şekilde yüzleşse de, tarihi ve bulunduğu coğrafya itibariyle bu konuya asla yabancı değildir. Zira Anadolu, şu topraklar bir göçmen yurdudur. Yüzyıllardır bu topraklar ülkelerinde zulüm, baskı ve şiddet gören mazlumlar için güvenli bir liman olmuştur. 500 yıl önce katliamdan kaçan Musevilerden Batı Avrupa’daki Hristiyanlara, Çerkezlere kadar tüm ezilenler bu ülkede korunaklı bir çatı bulmuşlardır.

Daha önce de ifade ettim; Türkiye ‘belde-i emin’dir, mazlumlar için güven yurdudur. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu Ağabeyimizin ifadesiyle, burası ‘göze sezdirmeden gözyaşı silen dostların ülkesi’dir. Bizim milletimiz din, dil, etnik ayrım gözetmeden kapısına gelen herkesi bağrına basmış, sofrasına bir tabak da onlar için koymuştur. Biz yaşamanın, ayakta kalmanın yolunun yaşatmaktan geçtiğine, vermenin paylaşmaktan, bölüşmenin bereketine inanıyoruz.

Bu anlayışla 6 yıldır Suriye’den ve Irak’tan gelen komşularımıza sahip çıktık, onları diktatörlerin, eli kanlı katillerin ve terör örgütlerinin insafına terk etmedik. Gerek ülke içinde, gerekse sınır hattında hayata tutunmaya çalışan kardeşlerimiz için tüm imkânlarımızı seferber ettik. Ayrıca, Ege’de can kayıplarını önledik, düzensiz göçü kontrol altına alarak göçmen kaçakçılığı zincirini kırdık. Suriye ve Irak’taki kardeşlerimiz için yaptığımız harcamalar, az önce de söyledim 26 milyar doları buldu. Uluslararası kuruluşların yaptığı katkı son gelenlerle birlikte Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler olarak 1 milyar 200 milyon dolar civarında. Bugün Türkiye 140’ı aşkın ülkede icra ettiği insani ve kalkınma yardımlarıyla dünyanın en cömert ülkesi payesine sahiptir.

Bu vesileyle şu hususu da üzülerek belirtmek istiyorum: Türkiye’nin çabalarının onda biri maalesef gelişmiş ülkeler tarafından gösterilmemiştir. Her fırsatta ülkemize demokrasi ayarı çeken, hukuk dersi veren ülkeler, Suriye ve Irak gibi bölgelerde en temel insan hakkının ihlal edilmesine niye sessiz kalmıştır? Uluslararası toplum ve kuruluşlar ne yazık ki insani krizlerin çözümünde başarılı bir imtihan verememiştir.

Ülkemizin yıllardır ısrarla dile getirdiği ‘terörden arındırılmış güvenli bölge’ teklifi duymazdan gelinmiştir. İkili yaptığımız görüşmede hep bana söyledikleri; ‘gayet güzel bir teklif.’ ‘Hadi o zaman adımı atalım’ dediğimde, ne yazık ki hep unutturulma politikası güdülmüştür. Suriye’de de böyle olmuştur, Irak’ta da böyle olmuştur. Ve ne yazık ki PYD’ye, YPG’ye silah desteğini verenler bu güçlerdir. Hepsinin elimizde belgeleri var. DEAŞ’a silah desteğini veren yine bu güçlerdir. Şimdi DEAŞ’la mücadeleyi veren biziz, ama Batı ne diyor? ‘Türkiye DEAŞ’a destek veriyor’ diyor. Yahu DEAŞ’la mücadeleyi veren biziz.

Şu anda Suriye’de bizler şehitler verdik, Özgür Suriye Ordusu şehitler verdi; ama bizler Suriye’de hamdolsun 3 bini aşkın DEAŞ’lıyı da öldürdük ve buna devam edeceğiz. Çünkü bunlar bizim için tehdit oluşturuyor. Ha, şunu da söyleyeyim, burada misafirlerimiz var: DEAŞ’ın İslam’la yakından-uzaktan alakası yoktur, bunu da bilmenizi istiyorum. Bu tamamen İslam dışı bir örgüttür. Bazı dostlar ‘İslami radikalizm’ diyor, ‘İslami terör’ diyor. Lütfen, İslam’la terörü kimse yan yana getirmesin. Zira İslam barıştır, kelime anlamı itibarıyla ‘silm’ kelimesinden gelir, bu da barışı ifade eder. Ve anlamı itibarıyla barış olan bir din, selam olan bir din terörle yan yana getirilemez. Bu bizler için çok ciddi bir operasyondur, böyle bir operasyonu biz kabul edemeyiz, bunu bütün dostlara söylüyoruz.

Değerli dostlar;

Küreselleşen, giderek büyük bir köye dönüşen bir dünyada hiç kimse diğerinin sorununa bigâne kalamaz, acının rengi yoktur. Kaderimiz ve kederimiz ortaktır. Sorunlar görmezden gelinerek çözülemez. Şayet huzur istiyorsak, barış istiyorsak, yönümüzü sınırlarımızdan içeri değil, kriz ve çatışmaların olduğu yerlere çevirmeliyiz. Kendi güvenliğimizin komşularımızın emniyetinden geçtiğini unutmamalıyız. Son yıllarda yaşadığımız acı hadiseler, Halep, Bağdat, Musul yanarken, Antep, Brüksel ve Berlin’in huzur içinde olamayacağını göstermiştir. Öyleyse yapılması gerekenler bellidir. Akdeniz’in onbinlerce mültecinin bedenini yutan büyük bir kabristana dönüşmesini engelleyecek çözümler ortadadır.

Biz fedakârlık yapılmadan, yükler paylaşılmadan, kurulan kanlı sömürü düzeni değiştirilmeden mülteci ve göç sorununun üstesinden gelinemeyeceğini söylüyoruz. Ekonomik çıkarlar adına çatışmaların körüklenmediği, etnik, dini ve mezhebi gerilimlerin tırmandırıldığı politikaların, yaşanan sorunların çaresi olmadığını ifade ediyoruz. Bugün topraklarında 3 milyon mülteciyi barındıran Türkiye’nin, tarihten damıttığı son 6 yılda yeniden harmanladığı tecrübelerinin son derece kıymetli olduğuna inanıyorum.

Aynı şekilde misafirlerimizin kendi ülkelerinde gördükleri, yaşadıkları deneyimleri de her açıdan önemsiyorum. Özellikle Afrika ülkelerindeki deneyimleri çok ama çok çok anlamlı buluyorum. Sempozyum boyunca tüm bu tecrübelerin enine boyuna konuşulup tartışılacağına, tüm dünyaya yol gösterecek önerilerin ortaya konacağına inanıyorum.

Bu düşüncelerle sempozyumun icrasında emeği geçenleri tekrar tebrik ediyorum. Sizlere sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum. Kalın sağlıcakla.