‘Cumhurbaşkanlığı Sistemi Sempozyumu’nda Yaptıkları Konuşma

11.02.2017

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı SETA’nın kıymetli mensupları,

Değerli misafirler,

Hanımefendiler, beyefendiler;

Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle, saygıyla selamlıyorum. SETA tarafından düzenlenen Cumhurbaşkanlığı Sistemi Sempozyumunun, başarılı geçmesini diliyorum. Konuşmaları ve değerlendirmeleriyle sempozyuma katkı verecek olan kıymetli akademisyenlerimize, aydınlarımıza şimdiden şükranlarımı sunuyorum. Türkiye’nin tam da cumhurbaşkanlığı sistemine geçmek için tarihi karar arifesinde olduğu bir dönemde tertip edilen bu sempozyum için SETA yöneticilerini tebrik ediyorum.

Değerli arkadaşlar;

Bugün dünyada Birleşmiş Milletler üyesi 200’e yakın ülke bulunuyor. Bunların her birinin yönetim sistemi kendi tarihi, sosyal, kültürel özelliklerine göre farklılık gösteriyor. Her ne kadar yönetim sistemleri konusunda yapılan çeşitli tasnifler varsa da, bunlar sadece genel bir fikir edinmeye yarıyor.

Örneğin, parlamenter sistemle yönetilen ülkeler listesini incelediğimizde, pratikte birbirinden çok farklı idare tarzlarının aynı başlık altında toplandığını görüyoruz. Yine devlet başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı sistemiyle yönetilen ülkelerde de benzer bir manzarayla karşılaşıyoruz. Teoride parlamenter sistem monarşiye ve totalitarizme karşı verilen mücadelenin ürünüdür. Avrupa ülkelerine baktığımızda pek çoğunda kralların ve kraliçelerin bulunduğunu görüyoruz. Japonya gibi, Tayland gibi dünyanın başka yerlerinde de benzer durumlarla karşılaşılabiliyor.

Tabii birileri hemen çıkıp, ‘efendim bu monarklar semboliktir, aslında oralarda parlamenter demokrasi vardır’ diyecektir. Devlet yönetim sisteminde bir aktör varsa, bu hiçbir zaman sembolik olarak kalmaz. Bir ülkede kral varsa o kraldır, kraliçe varsa o kraliçedir. Bu taht, taç sahibi de öyle veya böyle ülkenin yönetiminde, idaresinde hak sahibidir, söz sahibidir. Sadece başkanlık veya cumhurbaşkanlığı sistemiyle yönetilen ülkelerde monarşi yoktur. Adı cumhuriyet veya benzeri bir demokratik kavramı ifade ettiği halde fiilen diktatörlükle idare edilen, hatta makamların babadan oğula geçmesi itibariyle monarşiyi andıran yönetimler de mevcuttur. Hulasaten her ülke kendi şartlarına özgü bir yönetim biçimine sahiptir.

Ülkemize baktığımızda son 200 yılda çok farklı tecrübeleri ardı ardına yaşadığımıza şahit oluyoruz. 18. yüzyıl boyunca kesintisiz süren arayışlar ve çalkantılar Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar pek çok denemeyi beraberinde getirmiştir.

Kardeşlerim;

Bu süreçte ülkemiz savaşlar ve krizlerle sürekli erimiş, küçülmüş, çok ağır bedeller ödemiştir. Çanakkale Zaferi, artık bıçağın kemiğe dayandığı noktayı ifade eder. Çanakkale’den aldığımız ilham ve güçle Kurtuluş Savaşımızı verdik. Tabii her mücadele, o mücadeleyi fiilen yürüten, gücü elinde bulunduran ekibin tercihlerinin, yönelimlerinin önünü de açar. İstiklal Harbimizin başarıya ulaşmasının ardından Cumhuriyetin ilanı, işte böyle bir tercihin ürünüdür. Avrupa ülkeleri monarşi ile demokrasiyi birlikte yaşatma yoluna giderken, biz hanedanı ülke dışına çıkartıp Cumhuriyeti ilan ettik. Önce tek partili –buraya dikkat edelim- ardından da çok partili bir hükümet sistemiyle ülkemiz bugünlere kadar geldi. Ana muhalefet, sana sesleniyorum; önce tek partili, daha sonra çok partili döneme geçildi.

Değerli arkadaşlar;

Cumhuriyet dönemi de kendi içinde yekpare değildir. Örneğin, 1921 Anayasasıyla 1924 Anayasası arasında çok ciddi farklar vardır. 1961 ve 1982 anayasaları da geçmişe göre oldukça keskin farklılıkları içerir. Aynı şekilde Gazi Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanlığı ve parti başkanlığı dönemiyle İnönü dönemi arasında da önemli uygulama farklılıkları bulunmaktadır. Çok partili siyasi hayata geçtiğimiz 1950 yılından sonra demokrasimizi hep darbeler ve vesayet yönetimlerinin gölgesi altında ayakta tutmaya çalıştık. Son 14 yıl boyunca bu sıkıntıların tamamını biz de iliklerimize kadar hissettik, yaşadık.

Milletimizden aldığımız güçle sorunları aşmayı başarmış olmamız, temelde yatan yapısal çarpıklıkları, bozuklukları ortadan kaldırmıyor. Bu çarpıklıkların en önemli sonucu; istikrar ve güven ortamının sürekli tehdit altında olmasıdır. Siyasi istikrarsızlık beraberinde ekonomik ve sosyal sorunları da getirmektedir. Cumhuriyetimizin geçmişi 93 yıl iken, şu anda –buraya dikkat- 65. hükümet iş başındadır, hale bakın. Bir başka ifadeyle, ülkemizde hükümetlerin ömrü 16 ay bile değildir.

Türkiye böylesine kısa ömürlü hükümetler tarafından yönetilirken, benzer şartlarda gelişme, kalkınma, büyüme yarışına girdiği ülkelerin hepsi tarafından birer-birer geçilmiştir. 25 gün ömrü olan hükümetler olmuştur bu ülkede. Böyle devlet yönetilir mi? Bunu yönetmeye çalıştılar. İşte şimdi biz bunu temelden düzeltiyoruz. Şayet şu 14 yıllık dönemde ülkedeki sıçrama hareketi, bizim siyasi hareketimiz tarafından olmasaydı, biz hala kusura bakmayın nal toplamaya devam ederdik.

Son 200 yıllık arayışlarımız, Cumhuriyet dönemindeki tecrübelerimiz ve özellikle son yıllarda yaşadıklarımız bize bir gerçeği gösteriyor. Şayet ülke ve millet olarak hedeflerimize ulaşmak istiyorsak, öncelikle güçlü, etkin, yetki ve sorumluluk sahibinin tam olarak belli olduğu bir yönetim sistemine ihtiyacımız vardır.

Esasen bugün üzerinde konuştuğumuz cumhurbaşkanlığı sistemi konusu öyle bir anda, bir günde, bir yılda ortaya çıkmış değildir, gerisinde işte böylesine derin ve düşündürücü bir arka plan vardır. Mesela kesinlikle bu mesele bir Cumhuriyet meselesi değildir, mesele kesinlikle demokrasi meselesi, özgürlük meselesi de değildir. Tartıştığımız sistem Türkiye’nin ve Türk milletinin asırlardır devam eden beka sorununun en doğru çözüm yoludur; mesele budur.

Cumhuriyetin ilanından 1950’deki çok partili hayata geçişimize kadar olan dönemin adına demokrasi diyen ya kendini kandırıyor ya da bizi kandırmaya çalışıyor. Bu dönemin adı, tek parti yönetimidir. Ey ana muhalefet, önce kendini bir sığaya çek bakalım. 1950’de geçtiğimiz çok partili hayatın sık sık darbelerle, muhtıralarla kesintiye uğramasının gerisinde belli bir kesimin tek parti dönemine olan özleminin bulunduğunu ifade etmek herhalde yanlış olmaz, bunu burada açıklıyorum.

Türkiye gücü ve yetkiyi elinde bulunduran, ancak millete karşı hiçbir sorumluluğu olmayan vesayet kurumlarının elinden çok çekti. Dikkat ediniz, ülkemizde ne zaman milli iradeye dayalı yönetimler güçlü bir şekilde iş başında bulunmuşsa, o dönemlerde çok büyük sıçramalar yaşanmıştır. Buna rağmen başbakanlığım döneminde bürokratik oligarşiden ne kadar çok şikâyet ettiğimi sizlerin çok iyi hatırlıyor olması lazım. Bütün bu tecrübeleri, yaşamış olduğumuz bu olayları, tarihi okumaları bir araya getirdiğimizde ülkemizin yeni anayasaya ve onunla birlikte yeni bir yönetim sistemine olan ihtiyacı gün gibi ortaya çıkıyor.

Kardeşlerim;

Görüldüğü gibi bugün üzerinde konuştuğumuz cumhurbaşkanlığı sisteminin ne rejimle, ne tek adamlıkla, ne şahsilikle bir ilgisi vardır. O zaman ben buradan hemen bir şeyi hatırlatacağım, o da şudur: Bu ülkede il başkanlarının vali olmasını herhalde AK Parti yapmadı veya AK Parti yaşamadı. Kime ait bunlar? Bunlar tamamıyla ana muhalefet partisinin geçmişine aittir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin il başkanları bu ülkede aynı zamanda valilik yapmışlardır, hem il başkanı, hem vali; böyle bir demokrasi olabilir mi, bunu neyle izah edeceksiniz? Ama onlar bunu yaptılar. Şu anda bunu asla gündeme getirmek de istemiyorlar, çünkü onlar için bir kara lekedir ve onlar için hakikaten demokrasi tarihine sürülmüş çok ciddi bir lekedir.

Mesele, ülke ve millet olarak geçmişte yaşadığımız tecrübeler ışığında kendimize çok daha güçlü, çok daha dirençli hedeflerimizi gerçekleştirmeye çok daha uygun bir yönetim sistemi kurma çabasıdır. Cumhurbaşkanlığı sisteminin en büyük güvencesi, gerçek anlamda demokratik olmasıdır. Bu sistemde milletimizin yarısından fazlasının teveccühüne mazhar olamayan hiç kimsenin ülkeyi yönetme ihtimali yoktur. Millete, milli iradeye hesap vermek zorunda olan hiçbir yöneticinin de cumhurbaşkanlığı sistemine karşı çıkanların öne sürdükleri yanlışlara sapma ihtimali olamaz. Milletin size gösterdiği yolu terk ederseniz, anında millet tarafından alaşağı edilirsiniz.

Bunun için ben diyorum ki; sisteme karşı çıkanların özellikle güvensizliği cumhurbaşkanı seçilecek kişiye değil millete karşıdır; mesele budur. Bu gerçeği ifade edemediklerinden olsa gerek, şahıslar üzerinden ürettikleri yalanlarla kafaları bulandırmaya çalışıyorlar. ‘İşiniz gücünüz Tayyip Erdoğan’ diyorlar. Ya hu Tayyip Erdoğan baki değil, Tayyip Erdoğan fani… Benim 16 Nisan’a dahi çıkacağıma dair bir garanti var mı? Dolayısıyla biz burada bir sistem mücadelesini veriyoruz, olay bir sistem mücadelesidir. Erdoğan’dan sonrası ne olacak? Millet ne derse o olacak, Allah ne derse o olacak; olaya böyle bakacağız.

Daha da önemlisi, Türkiye bu sisteme doğru ilk adımlarını zaten atmış, başarıyla da neticelendirmiştir. Evet, 2007 yılındaki Anayasa değişikliğinden söz ediyorum. Bu işleri az-çok bilen herkes cumhurbaşkanını doğrudan halkın seçmesiyle birlikte Nisan ayı ortasında oylayacağımız Anayasa değişikliğiyle getirilen sistemin zaten işlemeye başladığını kabul edecektir. Hatta daha da ileriye giderek Türkiye’nin 2014 Ağustos’undan beri her ikisi de meşruiyetini doğrudan milletten alan çifte başlı bir sistemle yönetildiğinin de görülmesi lazım.

Şayet bu süreçte sorun yaşanmadıysa, sebebi sistemin doğru işliyor olması değil, şahsımla veya başkanlarımızla birlikte uyumlu olmamızdan kaynaklanıyor, sistemden değil. Dolayısıyla anayasa değişikliğiyle konuyu şahsileştirmiyor, tam tersine iki yılı aşkın süredir şahsi inisiyatiflerle yürüyen yönetimi bir sisteme bağlıyoruz. Ülkemizde her şeye karşı çıkmayı muhalefet yapmak sanan bir anlayış sebebiyle maalesef bu konuları asıl düzleminde müzakere edemiyoruz.

Anayasa değişikliğinin ayrıntıları, bu sempozyum boyunca hiç şüphesiz enine-boyuna tartışılacaktır. Her biri kendi alanlarında birikim sahibi hocalarımız, aydınlarımız meseleyi tüm yönleriyle ele alacak anlatacaklardır. Bunun için Anayasa değişikliğinin tek tek maddelerine girmiyor, sadece sistemin ruhu üzerinde duruyorum.

Kardeşlerim;

Tabii, ruh olmayınca beden cesettir. Bu konuda da milletimize işin ruhunu, özünü, esasını anlatmazsak, tek başına anayasa değişikliği hükümleri kuru hukuki ifadelerden ibaret kalır. İşte bu anlayışla halk oylaması tarihine kadar, 16 Nisan’a kadar cumhurbaşkanlığı hükümeti sistemine evet diyenler olarak ülkemizi karış-karış gezip, tüm iletişim imkânlarını kullanıp yeni sistemi anlatmalıyız.

Dün Aksaray’da ‘tabii ki evet’ dedik. Niye? Tek millet için evet, tek bayrak için evet, tek vatan için evet, tek devlet için evet... Bundan daha başkası olabilir mi? 80 milyon tek millet, bunun için evet. Ve şehidimizin kanıyla rengini almış, bağımsızlığını hilalle taçlandırmış ve her yıldızın bir şehidi ifade ettiği bayrağımız, ona evet. Ve ‘bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.’ 780 bin kilometrekare tek vatan, onun için evet. Ve tek devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, onun için evet.

Kardeşlerim;

İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Şu anda cumhurbaşkanlığı sistemine karşı çıktıklarını ifade edenlerin de işin ruhunu öğrendiklerinde fikirlerini değiştireceklerine inanıyorum. Ama biz bir şeyi daha biliyoruz; bugün ‘hayır’ diyenler, neye ‘hayır’ dediklerinin farkında mı? Bakınız, kim ‘hayır’ diyor? PKK ‘hayır’ diyor. Kim ‘hayır’ diyor? Kandil ‘hayır’ diyor. Kim ‘hayır’ diyor? Bu ülkeyi bölmek, parçalamak isteyenler ‘hayır’ diyor. Kim ‘hayır’ diyor? Bayrağımıza karşı çıkanlar ‘hayır’ diyor. Kim ‘hayır’ diyor? Ne yazık ki bu ülkede milli ve yerli olanlara karşı çıkanlara ‘hayır’ diyor. Peki kardeşlerim, şimdi bunlarla beraber ana muhalefet de hareket ediyor mu? Ediyor. Temenni ederim ki 16 Nisan’a kadar onlar da kendilerini iyice çek ederler.

Değerli arkadaşlar;

Bu değişim, bu dönüşüm sıradan bir olay olmayacak. Cumhurbaşkanlığı sisteminin özü, yönetimin doğrudan millete veriliyor olmasıdır, işin aslı budur. Yürütme görevini ifa edecek olan cumhurbaşkanı, gücünü aldığı millete karşı sorumlu olacağı için attığı her adımda gözü kamuoyunun üzerinde olmak zorundadır. Utanmadan sıkılmadan ne diyorlar biliyor musunuz? ‘Parlamento yok edilecek, parlamento olmayacak, yasama organı olmayacak’; böyle bir saçmalık olur mu? Bunu kim, nerede, hangi kayda böyle bir şey bağlanmış, böyle bir şey var mı? Yok. Ama tabii yalan ve yalanla yürümek; anlayış bu. Her şey açık ve net. Bugün başkanlık sistemlerinin uygulandığı ülkelerde, örneğin Amerika’da yasama organı yok mu? Var. Ha onlar çift kamaralı, bizimki çift kamaralı olmayacak, tek kamaralı olacak; olay bu. Biz ne dedik? Bizimki Türk tipi bir cumhurbaşkanlığı sistemi olacak, aynısı olmak durumunda değiliz.

İki, yürütme; var. Cumhurbaşkanı, yani başkan, yürütmeyi o temsil edecek. Kabinesini kuracak, yeri geldiğinde görevden alacak, atamasını yapacak. Ama hesabını da kime verecek? Millete verecek. Bazıları diyor ki, rahatsız olmuşlar bundan, ‘gensoru kalkıyor.’ Hayırlı olsun, çünkü bu gensorudan bu ülkede hükümetler çok çekti, biz de çok çektik. Gensoru mekanizması, Parlamentoyu çalıştırmama mekanizmasıdır, hükümetleri çalıştırmama mekanizmasıdır. Bu engeli ortadan kaldırmak suretiyle şu anda hızla yürüyen bir yürütmeyi göreceksiniz. İnşallah bunu başaracağız, bu çok önemli. Asıl gensoru mekanizması nerede çalışacak? Beş senede bir milletin karşısında çalışacak, bundan daha güzel gensoru olur mu? Sen yanlış mı yaptın, iyi mi çalışmadın? Millet ne yapar? Hesabı sorar, ‘hadi arkadaş sen bu işi yürütemedin, seni artık kenara koyuyoruz, yeni bir ekibi de, yeni bir şahsı da yürütmenin başına getiriyoruz.’

Şimdi maalesef ‘vicdanı sızlayanlar’ oluyor. Parlamentonun içindeki üyeler herhalde vicdanının sesini duyarak 339’u verdiler. Onlarda vicdan yok da sizde mi vicdan var? Kusura bakmasınlar. Onlar adil değil de sizler mi adilsiniz? Kusura bakmayın. Oradaki bütün parlamenterler milletin vekilidir ve kararlarını vermişlerdir ve bu kararla da yetinmemiş, 16 Nisan’da egemenlik kayıtsız şartsız milletin ve millet beşer planında kararını verecek demişlerdir. Bu sistemde hiç kimsenin kerameti kendinden menkul davranışlar içine girmesi, kararlar alması, uygulamalar yapması mümkün değildir. Yürütmenin hâlihazırda iki olan başı, yani cumhurbaşkanı ve başbakan artık tek isimde birleşiyor. Böylece milletimiz yetkiyi kime verdiğini, sorumluluğu kimin üstlendiğini, dolayısıyla gerektiğinde kimden hesap soracağını en başından biliyor.

Yasama organı ve orada görev yapan milletvekilleri yeni sistemde sadece asli işlerine odaklanacaklardır. Hepimiz de biliyoruz ki ülkemizde milletvekilleri iş takibi yapmaktan yasama vazifesini icra etmeye zaman bulamıyor. Mecliste bir dönem, iki dönem, üç dönem görev yapmış olup da tek bir kanun teklifi, tek bir yasama çalışması yapmamış milletvekilleri var. Yürütmeyle yasamayı kesin hatlarıyla ayıran yeni sistemle birlikte tüm milletvekilleri Meclis çalışmalarına yoğunlaşacaklardır. Yeni sistemde yürütmenin başı olan cumhurbaşkanının bütçe dışında kanun teklifi getirme yetkisi yok. Bugüne kadar büyük ölçüde hükümet tarafından hazırlanan kanun tasarıyla yürüyen yasama faaliyetleri artık tamamen milletvekillerinin uhdesine geçiyor. Var mıymış yasama? Buyur işte var. Yürütmeyle çok fazla iç-içe geçmiş olması, Meclisin ve milletvekillerinin prestijini yıpratıyordu, şimdi saflar netleşiyor. Parlamentonun itibarını da hak ettiği seviyeye yükseltiyor.

Devlet ve millet hayatının en kritik kurumu olan yargı, ülkemizde son yıllarda en çok yıpranan güçtür. Darbe ve vesayet dönemlerinde demokrasinin yanında güçlü bir duruş sergileyemeyen yargıyla ilgili hafızalarımızda hoş olmayan görüntüler var. 28 Şubat döneminde cübbeleriyle brifinglere giden, millet adına kullanması gereken yetkiyi bir terör örgütüne ve onun başındaki şarlatana teslim eden hakim-savcılar gördük bu ülkede. Bu sorunların çözümü için sürdürdüğümüz çalışmaları yeni sistemde daha güçlü bir şekilde hayata geçirme imkânı elde edeceğiz. Bağımsızlığıyla birlikte ona neyi ilave ettik? Tarafsızlığı ilave ettik. Anayasal güvence altına alınan yargının, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun yeni yapısının da katkısıyla süratle milletimizin gönlünde hak ettiği konuma ulaşacağını düşünüyorum.

Böylece yürütme, yasama ve yargı güçleri tamamen kendi alanlarına odaklanıp kendi işlerini yaparak güçlü ve büyük Türkiye’nin inşasına katkı sağlayacaklardır. Kim milletimizi işte bu inşa sürecinde en iyi hizmeti yapabileceğine ikna ederse, cumhurbaşkanı o olacaktır. Halka hakaret ederek halkçılık yaptıklarını iddia edenlerin devri artık tamamen kapanıyor. Milleti mümeyyiz görmeyenlerin baskıcı anlayışı artık tarihe karışıyor.Gençler, siz bilmezsiniz, ama ben size söyleyeyim; bu ülkede öyle siyasetçiler gelmiştir ki sıfatı lider, ‘Taksim Meydanına dört ayaklı –affedersiniz- merkep koysam onu milletvekili seçtiririm’ diyenler çıkmıştır. Şimdi bunlar tarih oldu.

Şimdi biz 30 yaşı nereye indirmiştik? 25’e. Seçilme yaşı olarak söylüyorum. Şimdi 25’i de nereye indiriyoruz? 18’e. Zor olan seçilmek değildir, zor olan seçmektir. Şimdi biz seçme ve seçilmeyi 18’e indirerek tarihi yeniden dile getiriyoruz, bu ne demektir? Bu millet 21 yaşında bir çağı kapatan ve bir çağı açan Fatih’lerin torunlarıdır. Gençliğin önünü açacağız, gençliğe ufuk vereceğiz ve bu yarışın içerisine gençlik de ne yapacak, girecek. Diyorlar ki, ‘peki askerlik ne olacak?’ Takıldıkları yere bak. Eğer Parlamentoya girebiliyorsa askerlikten muaf olacak, olay bu kadar basit. Bakın biz şimdi, mesela polislerimiz eskiden beri hep askerlik yaparlardı biliyorsunuz. Başbakanlığım döneminde biz bunu kaldırdık, dedik zaten askerlik yapıyor. Parlamento gibi bu kadar önemli bir yerde görev yapıyorsa bir genç, askerlikten muaf tutarsın, olur biter, bunu getireceğiz.

Bütün bunlar nedir biliyor musunuz? Bu görevlerin önemini ifade eden adımlardır, bunlar önemli adımlar. Ve bir şeylerle ön tıkamanın anlamı yok. Eğer hakikaten engelleri aşmak istiyorsak bunlar kolay aşılır. Hatırlarsanız benim bir ifadem vardır; ‘ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetmenin hesabı içerisindeyim’ derdim. Takılanlar olurdu, evet yöneticilik anlayışında mantığım buydu. Bakar mısınız, şirketlere, koskoca dev şirketin başına bir CEO atar, yaş 30. Bunu şimdi birilerine sorsan, ‘30 yaşındaki adama koskoca böyle bir dev şirket teslim edilir mi?’ der. İşin bilincinde olduktan sonra, idrakinde olduktan sonra bal gibi de teslim edilir. Mesele birikim meselesidir, mesele güven meselesidir, onunla beraber de sen mesafe alır yürürsün.

Şimdi tabii bunlar da ‘küçük olsun bizim olsun’ diyerek uzun zamandır bu ülkenin ayağına pranga vurarak yola devam etmek istediler. Ama bu dönem artık bitiyor. Artık ‘büyük olsun hepimizin olsun’ anlayışını yükseltmenin zamanıdır. Anayasa değişikliği işte bu yaklaşımla güçlü Türkiye’nin, büyük Türkiye’nin, müreffeh Türkiye’nin önünü açıyor.

Bu sisteme şahsımın değil ülkemizin, milletimizin ihtiyacı var. Bir başka ifadeyle; şahsım için değil şahsımın desteği ve katkısıyla ülkemiz için, bu yiğit milletin geleceği için cumhurbaşkanlığı sistemine geçiyoruz. Böyle bir sisteme evet denmez de ne denir? ‘Tabii ki evet’ diyoruz.

Bu duygularla Cumhurbaşkanlığı Sistemi Sempozyumunun bir kez daha hayırlı olmasını, başarılı geçmesini diliyorum. Katkı verecek herkese teşekkür ediyorum. SETA Yönetimini bu önemli ve anlamlı toplantıyı düzenledikleri için tekrar kutluyorum. Sizlere sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum, kalın sağlıcakla.