Sayın Meclis Başkanı,
Sayın Başbakan,
Sayın Genelkurmay Başkanı,
Kut şehrinden gelen kıymetli misafirlerimiz,
Hanımefendiler, beyefendiler;
Sizleri en kalbi duygularımla, hasretle, muhabbetle selamlıyorum.
Bundan bir asır önce 29 Nisan 1916 tarihinde kazandığımız Kut Zaferi’nin 100. yılının hayırlı olmasını Allah’tan temenni ediyorum. Selman-ı Pak ve Kut çarpışmaları başta olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nın tüm cephelerinde kahramanca mücadele ederek şehit olan, gazi olan tüm askerlerimizi rahmetle, minnetle, tanzimle yâd ediyorum.
Bu toprakları bize vatan kılmak için Malazgirt’ten beri kesintisiz bir şekilde sürdürdüğümüz mücadelelerinin her bir aşamasında şehit olan, gazi olan ecdadımızı aynı şekilde rahmetle, hürmetle anıyorum.
Kurtuluş Savaşımızı kazanarak bizlere son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’ni armağan eden Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere, Kurucu Meclisimizin ve ordumuzun tüm mensuplarını da rahmet ve şükran duygularımla yad ediyorum.
Şair diyor ya, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” İşte bizim milletimiz bu coğrafyadaki bin yıllık varlığı boyunca Anadolu’nun bozkırlarını, Ege’nin, Trakya’nın, Akdeniz’in o bereketli ovalarını, Karadeniz’in yeşil tepelerini, Doğu Anadolu’nun o görkemli dağlarını, bugün bir kısmı sınırlarımız dışında bulunuyor olsa da insanlığın Fırat ve Dicle etrafındaki kadim yerleşimlerini, tüm renkleriyle Balkanları, velhasıl vatanın her karşını kanıyla yoğurarak bayrağımızı oralarda dalgalandırmıştır.
Bu vatan bize kimsenin inayeti değildir. Bu coğrafya millet olarak bedelini halen her gün ödediğimiz bize anamızın ak sütü kadar helal olan asli vatanımızdır. Terörle mücadelede şehit olan tüm askerlerimize, polislerimize, korucularımıza Allah’tan rahmet, gazilerimize şifa diliyorum.
Geniş bir coğrafyada 2200 yılı aşkın sürerdir kesintisiz devam eden devlet geleneğimiz boyunca, yüreğimizle ve bileğimizle hakkını vermediğimiz hiçbir zaferimiz yoktur. 1400 yıllık İslam tarihinin bilhassa son bin yılında millet olarak bizim içinde olmadığımız hiçbir büyük mücadeleye rastlamak neredeyse mümkün değildir. Tüm medeniyetlerin, tüm milletlerin gözbebeği Anadolu’yu bunca yıldır vatanımız olarak muhafaza edebilmemizin gerisinde işte böyle büyük bir birikim vardır.
Batı medeniyetinde Türk, belli bir kavmin adı değil, tüm Müslümanları ifade eden bir isimdir. Dünyada 200 milyonun üzerinde bir varlığa sahip Türkçe konuşan toplumlar denince de akla önce bizim milletimiz gelir.
Değerli arkadaşlar;
Millet olarak temsil ettiğimiz bu geniş algının gerisindeki büyük mücadeleyi ve fedakarlıkları çok iyi görmek, çok iyi değerlendirmek ve idrak etmek mecburiyetindeyiz. Ülkemizde maalesef nesillere bu büyük fotoğrafı gösterecek bir tarih anlayışı mevcut değil. Elbette birtakım iyi niyetli ve başarılı çalışmalar vardır; ama bunlar özellikle Batı ülkelerinin benzer çalışmaları yanında çok sönük kalıyor. Ders kitaplarındaki tarih anlatımında ise bırakınız eksikliği, adeta tam tersi bir çaba söz konusudur.
Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini neredeyse 1919 yılından başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa, biliniz ki o kişi milletimizin de, devletimizin de hasmıdır.
Balkan Savaşı bizim için, evet, Gazi Mustafa Kemal’in Çanakkale’de askerlerine hücum emri verirkenki ifadesiyle “Balkan utancını bir daha yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim” dediği bir hezimettir; ama tarihimizin bir parçasıdır. Osmanlı ordusu Balkan hezimetinden aldığı derslerle bir yıl gibi kısa bir sürede kendini her bakından yenilemiştir. Bu sayede Birinci Dünya Savaşı’nda 1 milyonu dahi bulmayan bir güçle 1,5 milyon İngiliz, 1 milyon Rus, çeyrek milyon Fransız ve bir o kadar da Ermenilerin başı çektiği çeşitli azınlık çeteleriyle mücadele edebilmeyi başarabilmiştir.
Osmanlı ordusunun bu dönemdeki başarısı bir başka ülkeden gelen az sayıdaki askeri danışmanın değil, milletimizin ordusuyla birlikte varlığını korumak için başlattığı kıyamın ürünüdür. Evet, tüm cepheleriyle Birinci Dünya Savaşı ve Kurutuluş Savaşı milletimizin kıyamıdır, yani ayağa kalkışı, şahlanışıdır.
Tarih kitaplarında bizim milletimiz için ne denir? ‘Asker millet’ veya ‘ordu millet’ ifadesi kullanılır. Çünkü biz gerektiğinde tüm fertleriyle inancı, vatanı, bayrağı, devleti uğruna savaşabilen, bunu göze alan bir milletiz. Yani bizim ordumuz sadece muvazzaf değildir; ayrıca bizim bir de mobil ordumuz var, o da milletin ta kendisidir.
Hani o güzel Tokat türküsündeki “Hey on beşli” hitabı, lise çağlarında olup da askere giden, henüz bıyığı dahi terlememiş gençlerimizi ifade eder. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında ülkemizdeki pek çok lise mezun verememiştir. Çünkü bu okullarda eğitim gören evlatlarımız cepheye gitmiş ve orada şahadet şerbetini içtikleri için geri dönüp eğitimlerini devam ettirememişlerdir.
Bakınız, Yahya Kemal ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ isimli şiirinde ne diyor:
“Ordu milletlerin en çok dövüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.”
Böyle bir milletin tarihindeki zenginlikleri anlatmaya değil kitaplar, kütüphaneler bile yetmez, bunu böyle görmeliyiz. Ama biz ne yapmışız? Kendi tarihimizin üzerine adeta kara bir örtü örtmeye çalışmışız, kendi tarihimizi gömmeye çalışmışız. Kendimize ait olan pek çok başarıyı, sanki bizimle ilgisi yokmuş gibi kısaca anlatıp geçenler veya hiç değinmeyenler hem ecdadımıza saygısızlık, hem de gelecek nesillere çok büyük kötülük yapmışlardır. Kut’ül Ammare Zaferi bunun en çarpıcı örneğidir.
Değerli dostlar;
Biraz sonra seyredeceğimiz ‘Unutulan Zafer’ programında Kut’ül Amare Zaferi ayrıntılı şekilde anlatılıyor. Fakat bizim okullarda okutulan tarih kitaplarında Çanakkale Savaşı belki biraz işlenir, bunun dışında diğer zaferlerimiz ya hiç yoktur ya da birkaç cümleyle geçiştirilir.
Daha yakın zamanda lise 2’nci sınıflara okutulan tarih kitabında bu olay ne şekilde anlatılıyor biliyor musunuz? “Savaş başladığında Basra’ya çıkan İngilizler Kut’ül Ammare’de yenilgiye uğratıldılar.” Bu kadar. Öncesi, sonrası yok. Hatta İngilizleri kimin yendiği dahi yok, hepsi bu kadar.
Halbuki İngilizler 1918 yılında İstanbul’u işgal ettiklerinde ne yapmışlardı biliyor musunuz? Şehirde kendilerine ait tüm bürolara üzerinde, ‘Kut’u hatırla’ yazan tabelalar asmışlardı. Dikkat ediniz, yenilen taraf, bu savaşı asker ve sivil tüm vatandaşlarına bir ibret vesikası olarak hatırlatırken, biz ise kendi zaferimizi unutturmak için adeta elimizden geleni yapmışız.
Aynı dönemde İngiliz Dışişleri Bakanı İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserine şu talimatı gönderiyordu: “Mısır ve Hindistan’daki Müslüman uyruklarımızın Türklerin tamamen yenildiklerini anlamalarını özellikle istiyoruz. Bu, İslamcılığa, Turancılığa ve genel olarak İslam’ın siyasi gücüne öldürücü bir darbe indirecektir.” Maalesef biz resmi tarihimizi yıllarca tam da İngilizlerin istediği gibi düzenledik.
Birinci Dünya Savaşı’nın her cephesinde başta İngilizler olmak üzere düşmanlarımızın öfkeyle, dostlarımızın ümitle, ama tüm dünyanın şaşkınlıkla takip ettiği bir mücadele ortaya koyduk. Ateşkes anlaşması imzalandığında Osmanlı Ordusu tüm cephelerde savaşmaya devam ediyordu. Yani ortada çökmüş, bitmiş, teslim olmuş bir ordu, bir devlet yoktu. Bizim bu dönemde başımızı yakan, klasik sorunumuz olan ‘cephede kazanıp masada kaybetme’ işidir, yani diplomasi eksikliğidir.
Bununla birlikte şu gerçeği hep birlikte teslim etmemiz gerekiyor: Bizim için savaşın başladığı dönemde taşınan niyetlerle savaşın bitiminde ortaya çıkan manzara çok farklıdır. Tümüyle yakılıp külleri havaya savrulmak istendiğimiz bir durumdan, yeni bir Kurutuluş Savaşı’nı başlatıp başarıyla sonuçlandıracak morale, tecrübeye, azme kavuştuk.
Geçtiğimiz 13 yılın siyasi sorumluluğunu üstlenen bir kişi olarak, tarihimizi yeni nesillere bu yönüyle anlatma konusunda yeterli mesafeyi kat edemediğimizi bir özeleştiri olarak burada ifade ediyorum. Demokrasiye ve kalkınmaya dair önceliklerimiz bizi öylesine kuşatmıştı ki, özellikle eğitimde, kültürde, sanatta arzu ettiğimiz değişimi gerçekleştirecek adımları atmakta maalesef yavaş davrandık. Eksiğimiz var, ama aşacağız. İnşallah bizim bu çabalarımızı hükümetimiz bir adım öteye götürecek, eksiklikleri tamamlayacaktır.
Yaşadığımız son gelişmeler bu değişimin bizim için en az diğer alanlarda sağladığımız başarı kadar önemli olduğunu gösterdi. Bugün Irak’a, Suriye’ye, Balkanlar’a, Kırım’a, Orta Asya’ya, yani bizim tarihimizin ayrılmaz birer parçası olan yerlere sanki başka bir gezegenden söz ediyormuş gibi bakan vatandaşlarımız var.
Halbuki bir şairimiz Kut’ül Ammare Savaşı’nın asıl hedefi olan Bağdat için bakınız ne diyor:
“Ve haberci diyor ki, ne oldu Bağdat?
Nerede onu koruyan sur ve perde?
İnsan ki yaşar eserde.
İnsan nerede ve eser nerede?
Devrilen her taş benim taşım,
Yıkılan her ev benim,
Benden yıkılıyor hepsi, ben yıkılıyorum,
Yıkılan benim.
Her zerrede ölen benim,
Ölen Bağdat benim.
Ve diyor ki haberci:
Yanan ay, sönen gün benim.
Çöken akşam, gelen geceyim ben,
Neden anlamadın bütün bunları sen?
Ey Bağdat’ın altın anahtarını küle çeviren.”
İşte Birinci Dünya Savaşı yıllarında uğruna on binlerce, yüz binlerce evladımızı feda ettiğimiz Bağdat, Basra, Hicaz, tüm o bölge bizim için dün böyle bir anlama sahipti, bugün de aynı hissiyat içindeyiz. Yahya Kemal de doğum yeri olan Üsküp’ü anlattığı Kaybolan Şehir şiirinde o da şöyle diyor:
“Üsküp ki Şar Dağ’ında devâmıydı Bursa’nın.
Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.”
Evet, daha bir asır önce bizim için Bursa’yla Üsküp’ün hiçbir farkı yoktu, tıpkı Bağdat’ın, Musul’un, Şam’ın, Batum’un, Selanik’in, Kırcaali’nin farkı olmadığı gibi. Mesela Musul İngilizler tarafından dahi Irak’ın değil, Anadolu’nun bir parçası olarak kabul ediliyordu. Ama coğrafyaların petrol kaynaklarına göre cetvelle çizildiği siyasi oyunlar ve Osmanlı’nın çoğulcu yapısını zaafa dönüştüren politik fitneler bizi ayrılmaz birer parçamız olarak gördüğümüz bu topraklardan kopardı. Fiziki sınırlarımız ayrılmış olabilir, ama gönül sınırlarımız hiçbir zaman ayrılmadı.
Kut’ül Ammare resmi tarih söyleminin bir başka önemli arızası olan Birinci Dünya Savaşı’nda ‘Araplar bizi arkamızdan vurdu’ yalanını ortaya koyan en bariz örnektir. Kuşatma boyunca Kut halkı adeta Osmanlı Ordusunun bir parçası gibi hareket etmiş, bu uğurda pek çok da şehit veriştir. Köklü bir Arap ailesinin mensubu olan Uceymi Paşa Kut Savaşı’nda İngilizlerin kuşatması altında kalan bir birliğimizi yanındaki cesur adamlarıyla birlikte kuşatmayı yararak kurtarmıştır.
Anadolu’da olduğu gibi o bölgede de elbette İngilizlerin ve diğer güçlerin rüşvetlerine, vaatlerine, oyunlarına kananlar vardı; ama bu durum asla, nasıl Anadolu’da yaşananlar tüm Anadolu insanını izam etmezse, o bölgede de tüm Arap kardeşlerimizin itham altında bırakılmasını haklı göstermez. Bugün aramızda Kut Valisi var, Kut şehrinden gelen misafirlerimiz var. Kardeşlerimize Cumhurbaşkanı sıfatıyla şahsım, ülkem, milletim adına hoş geldiniz diyorum.
Değerli kardeşlerim,
Tabii bir şeye özellikle bu anlamlı kutlama töreninde tekrar değinmek istiyorum; üç fitne bizim için çok büyük önem arz ediyor. Bunlardan bir tanesi, mezhepçilik fitnesidir, burada hassas olmamız gerekiyor. Şiilik, Sünnilik… Bizi bu anlamda İslam dünyası içerisinde parçalamaya, yıkmaya çalışıyorlar.
Kardeşlerim;
Bizim Şiilik diye bir dinimiz yok, bizim Sünnilik diye de bir dinimiz yok. Bizim bu noktada tek dinimiz İslam’dır ve bizi birleştiren yapı odur. Kim ki İslam’ı bir kenara koyarak Şia taassubu içerisindeyse, Sünnilik taassubu içerisindeyse; o, Müslümanlara ihanet içerisindedir.
Şu anda DAEŞ terör örgütü, Şebab, bunun yanında El Kaide, sayabildiğiniz kadar sayın; bunlar öldürürken ne diye öldürüyor? Kilis’e atarken roketlerini ne diye atıyor? ‘Allahu ekber’ diyerek atıyor. Peki, şehit olanlar kim, ölenler kim? Onlar da ‘Allahu ekber’ diyerek ölen benim kardeşim. Bunu neyle izah edebilirler? Hiçbir şeyle izahı mümkün değil.
İkinci fitne, ırkçılık… Bizim dinimizde ne Arap’ın Arap olmayana, ne Arap olmayanın Arap’a üstünlüğü yoktur; üstünlük ancak takva iledir. Ama bunlar ne yazık ki bizi böldüler, parçaladılar. Ülkemde Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Gürcü’sü, Abhaza’sı, Roman’ı, Boşnak’ı; bizim aramızda üstünlük olabilir mi? Biz yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmeyi anlamış, bunu yürüten bir milletiz, asla ırkçılık taassubu içerisinde de olamayız.
Ve üçüncü fitne, o da terördür. Şu anda terörle mücadelenin içerisindeyiz ve işte şehitlerimiz var. Askerden şehitlerimiz var, polisten şehitlerimiz var, korculardan şehitlerimiz var. Fakat ben şu anda karşımızda askerimizi görüyorum ve askerimizin içinde, geleceğin adayları da var, öğrenciler de var. Ve ben yarının Mehmetlerine de, bugünün Mehmetlerine de şöyle sesleniyorum: Sizler kutsal Peygamber ocağının mensuplarısınız. Dünyada hiçbir ülkede askerine ‘Mehmetçik’ diyen bir başka ülke yoktur. Bu, ‘Küçük Muhammed’ anlamında Mehmetçiktir.
Ve şahadet sıradan bir olay değildir, peygamberlik makamından sonra en yüce makamdır. Birileri bunu speküle edebilir; ama ben inanıyorum ki benim askerim, benim asker kardeşim, polis kardeşim, korucum bu yola çıkarken bu aşkla, bu inançla çıkmıştır.
Biliyorsunuz, biz tarihte annelerimiz, babalarımız kınalı kuzuyu kime derdi? Kınalı kuzu, evet, askere gidene, ona kınayı yakarlar ve kınalı kuzusuna, ‘Git oğlum git, ya gazi ol, ya şahit’ derdi. Bir de kınayı nerede yakardık? Evet, düğünden önceki kına gecesinde adaya, yani gelinimize yakardık. Bizde anlayış bu, böyle çıkmışız bu yola, böyle yürüyoruz. “Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber. Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.” Böyle bir tablo var.
Şimdi tabii malum, yoğun bir şekilde yapılan operasyonlar var. Kardeşlerim, bu operasyonların muzaffer ordusu, muzaffer komutası sizlersiniz, bundan hiç endişeniz olmasın. Er veya geç bu operasyonlardan zaferle çıkacak ve bu vatan topraklarında biz hainlere operasyon yaptırtmayacağız.
İnşallah Bağdat’ın da, Şam’ın da kadim tarihi ilişkilerle ve kardeşlik duygularıyla bağlı olduğumuz diğer beldelerin de yeniden barışa, huzura kavuştuğu, yeniden ilimde, fende, edebiyatta dünyanın sembol şehirleri haline geldiği günleri hep birlikte inşa edeceğiz.
Ben bu organizasyonda emeği geçen Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve tüm ekibe, sanat yönetmenlerine ve bu akşam sergilenecek olan bu eserde görev alan tüm kardeşlerime özellikle teşekkür ediyorum. Ve bunların tekrarında da inşallah başarılarla dolu organizasyonlarda biraraya geleceğimizi şimdiden hatırlatmak istiyorum.
Kut’ül Ammare Zaferi’mizin 100. yıl dönümünün; coğrafyamız, ülkemiz, milletimiz, ordumuz için hayırlı olmasını Allah’tan temenni ediyorum. Kut’ül Ammare’yi ve unutturulmaya çalışılan tüm zaferlerimizi milletimize, özellikle de yeni nesillere anlatmaya yönelik her çabayı takdirle karşıladığımı, desteklediğimi belirtmek istiyorum.
Ve sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum, sağlıcakla kalın.