Çok değerli muhtarlarımız,
Değerli kardeşlerim;
Sizleri en kalbi muhabbetlerimle selamlıyorum. Cumhurbaşkanlığı Külliyesine, milletin evine hoş geldiniz. Muhtarlar Toplantımızın 24’üncüsünde sizlerle bir aradayız.
Bugün de Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bartın, Bingöl, Çorum, Erzurum, Kırıkkale, Kırklareli, Manisa, Siirt, Sinop, Şırnak ve Tekirdağ illerimizde gelen siz kıymetli muhtarlarımızı misafir ediyoruz. Bu güzel buluşmalarımız inşallah ülkemizdeki muhtarların tamamına ulaşana kadar devam edecek.
Bu toplantıyla birlikte hamd olsun 10 bine yakın muhtarımızı külliyemizde ağırlamış oluyoruz. Tabii biz burada bir araya gelip hasret giderdikçe, hasbihal ettikçe birileri bundan rahatsız oluyor. İnşallah 52 bine yakın muhtarımızın tamamıyla burada buluşmuş olacağız, hedefimiz bu.
Bunlar rahatsızlıklarını dışa vururken de herhangi bir ölçüleri olmadığı için işi muhtarlarımıza hakaret etmeye kadar vardırabiliyorlar. Geçtiğimiz haftalarda bir dergi, güya mizah dergisi, kapağında muhtarlarımızı aşağılayan, istiskal eden karikatür yayınlamıştı. Muhtarlarımızın birlik ve beraberlik içinde gösterdikleri tepki üzerine, bu dergi son sayısında yine kapaktan özür dilemek zorunda kaldı.
Şayet sizler bu densizlere hadlerini bildirmemiş olsaydınız, yaptıkları terbiyesizlik yanlarına kar kalacaktı. Bu basit hadise dahi birliğin, beraberliğin ve dayanışmanın önemini açıkça ortaya koymaktadır. Siz muhtarsınız, dolayısıyla sizin birliğiniz hiçbir şeyle mukayese edilmez. Hacı Bektaş Veli Hazretleri ne diyor? “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” derken biz buna bir şey daha ilave ediyoruz, ‘kardeş olalım, hep birlikte Türkiye olalım’ derken işte bunu kastediyorduk.
Değerli kardeşlerim;
Geçtiğimiz Perşembe ve Cuma günleri biliyorsunuz İstanbul’da çok önemli bir zirveye ev sahipliği yaptık. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 13. Liderler Zirvesi’yle birlikte 2 yıl süreyle Dönem Başkanlığını devraldık. Bu önemli zirvenin temasını ‘Adalet ve Barış İçin Birlik ve Dayanışma olarak belirledik. 56 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul Zirvesi’ne 25 ülke devlet ve hükümet başkanı düzeyinde katıldı. Diğer ülkeler de zirvede parlamento başkanı, cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakan düzeyinde temsil edildiler.
Gerek zirve toplantılarında, gerekse zirve öncesi ve sonrası da dahil bu vesileyle yaptığımız görüşmelerde ısrarla birlik ve dayanışmanın önemine vurgu yaptık. Adalet ve barış olmayınca birliğin ve dayanışmanın sağlanması da mümkün değildir. Zulüm etrafında bileşenler sadece zalimlerdir. Hâlbuki insanoğlu yaratıldığı günden beri hep adaletin ve barışın arayışı içinde olmuştur. Bu kadim mücadele günümüzde de devam ediyor.
Adaletin ve barışın peşinde olanlarla haksızlığın ve zulmün saffında duranlar arasındaki mücadele hiç bitmeyecektir ta kıyamete dek sürecektir. Biz inşallah daima iyinin, güzelin, doğrunun, hayırlı olanın yanında yer alacağız. İslam İşbirliği Teşkilatı İstanbul Zirvesinde de bu tavrımızı bir kez daha ifade etme imkânı bulduk. Çünkü Rabbimiz ne buyuruyor: “Siz hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz.” Ben karşımdaki bu topluluğu böyle görüyorum. Dolayısıyla biz hep hayrı anlatacak, emredecek, kötüden de men edeceğiz.
Dünyada Müslümanların yaşadığı sıkıntılar dikkate alındığında İslam İşbirliği Teşkilatı’na çok önemli görevler düştüğünü görüyoruz. Çünkü bu teşkilat tüm Müslümanların temsil edildiği en geniş ve en etkin platformdur. Dünyada 1 milyar 700 milyon Müslüman var. Bunların koordine olması lazım, bir ümmet bilinci içerisinde bunların geleceğe yürümesi lazım. Dönem Başkanlığımız süresince teşkilatın kurumsallaşması ve faaliyet alanının Müslümanların tüm meselelerini kapsayacak şekilde genişlemesi için çalışacağız. Güvenlikten insani yardımlara, kalkınmadan gençlere ve kadınlara kadar her alanda teşkilatı adına ve misyonuna yakışır bir konuma getirmek istiyoruz. Bundan sonra artık Müslümanların adının terörle, sefaletle, cehaletle, insani dramlarla değil medeniyetimizin parlak günlerinde olduğu gibi insanlığın hayrına hizmetlerle anılması en büyük temennimizdir.
Müslümanlar arasındaki birliği ve beraberliği güçlendirdiğimiz ölçüde hedeflerimize yaklaşacağımıza inanıyorum. Bu vesileyle Zirve Toplantısına katılan tüm devlet ve hükümet başkanlarına, ülke temsilcilerine bir kez daha ülkem ve milletim adına teşekkür ediyorum.
Değerli kardeşlerim;
Birlik ve beraberlik konusu ülkemiz içinde yaşadığımız sıkıntıların da yegâne çaresidir. Biliyorsunuz bu hafta neyi yaşadık? Kutlu Doğum’u yaşadık. Kutlu Doğum Haftası boyunca da başlık neydi? Bir taraftan ‘tevhit-vahdet’, öbür taraftan ‘gelin birlik olalım’ çağrısıydı. Hep buna davet yapıldı, buna vurgu yapıldı. Ve terörle anıldığımız böyle bir zamanda sevgili kardeşlerim; İslam dünyasının içinde bulunduğu en önemli üç başlık var.
Bunun bir tanesi mezhepçiliktir, bir tanesi ırkçılıktır, bir tanesi de şu anda terördür. Mezhepçiliktir diyorum, çünkü mezhepçilik İslam dünyasının içinde öyle bir virüs haline geldi ki artık Sünnilik-Şia gibi bu yayılma maalesef adeta bir din gibi algılanmaya başlandı. Hâlbuki bizim bu noktada dinimiz İslam’dır; dolayısıyla İslam’ın içerisinde böyle bir ayrımcılığa vesile olan mezhebi anlayış olamaz. Buna sıcak da bakamayız. Bize sordukları zaman, ‘elhamdülillah Müslümanım’ deriz ve İslam’ın gereği neyse bunu da yerine getiririz. Ama eğer bu mezhepler bizim için bir ayrım, bir ayrımcılık vesilesi olacaksa, vay o toplumun haline. Biz buna hiçbir zaman inşallah düşmedik, düşmeyeceğiz.
İkincisi, ırkçılık… Türk’müş, Kürt’müş, Laz’mış, Arap’mış, Çerkez’miş, Gürcü’ymüş, Roman’mış, Boşnak’mış, bizde böyle bir şey yok. Biz Yunus’un diliyle bunlara yaklaşık. Ne dedik? ‘Yaratılanı Yaratan’dan ötürü severiz’; ölçü bu. Biz Türk’ü de, Kürt’ü de, Laz’ı da, Çerkez’i de, Arap’ı da, hepsini istisnasız severiz. Niye? Beni yaratan Allah onları da yarattığı için severiz. Yaklaşımımız bu olacak.
Ve üçüncüsü de terör. İşte geldiğimiz nokta ortada. Ve terörde biliyorsunuz çok kayıplar verdik, şu ana kadar 40 bini aşkın insanımız 35 yıldır maalesef bu topraklarda terörün kurbanı oldu. Önce ‘demokratik açılım’ dedik, olmadı. ‘Milli birlik ve kardeşlik’ dedik, olmadı. En sonunda ‘çözüm süreci’ dedik, yine istismar edildi, yine olmadı. Artık bunların hepsi bir kenara, çözüm sürecini de ne dedik? ‘Buzdolabına koyduk.’ Şimdi operasyonlar dönemi. Ne olacak bu operasyonlar döneminde? Bu iş bitecek. Çünkü bu milletin huzuruna kimsenin kastetmeye hakkı yoktur. Sonuna kadar tüm güvenlik güçlerimizle üzerine üzerine gidiyoruz, gideceğiz. Askerimizle, polisimizle, köy korucumuzla hep beraberiz, dayanışma içerisinde bu işi inşallah sürdüreceğiz.
Eğer bunu başaramazsak yazıklar olsun. Bunu başaracağız, bu millet güçlüdür ve bunu başarmaya da muktedirdir. Çünkü bu milletin huzuruna kimsenin kastetmeye hakkı yoktur. Bunun üzerinden kimsenin de bir şeyler elde etmeye de hakkı yoktur. İşte Güneydoğu Bölgesindeki çeşitli ilçelerde bir süredir ciddi yaşanan bu terör olayları, terör örgütünün şehir merkezlerinde uygulamaya çalıştığı yeni eylem stratejisi hamdolsun başarısız olmuştur. Şimdi artık iflastalar, çöktüler, ‘bittik-battık’ diyorlar, ‘nereye kaçacağız’ diyorlar, ‘dayan’ diyor; telsiz dinlemeleri bunlar.
Değerli kardeşlerim;
Tabii bütün bunların en önemli sebebi, bölge halkının tercihinin bölünmeden değil, milletimizin ve ülkemizin bir parçası olarak kalmaktan yana olmasıdır. Dünyada herkesin birlik ve beraberlik arayışı içinde olduğu bir dönemde terör örgütünün ısrarla ülkemizi ve milletimizi bölme peşinde koşmasının gerisindeki karanlık amacı, bölge halkı artık çok iyi görmüştür. Askeriyle, polisiyle, korucusuyla, istihbaratçısıyla tüm güvenlik güçlerimiz gerçekten fedakârca bir mücadeleyle terör örgütünü bir kez daha yenmiştir.
Kendi kendilerine ‘özerklikçilik’ oynayanlar kaybetmiştir. Çukur siyasetiyle netice alacağını sananlar hüsrana uğramıştır. Milletimizin mahremini çiğneyerek onun gönlüne gireceğini düşünenler, sadece insanımızın nefretini kazanmıştır. Bölge halkının evini, binasını, sokağını, ilçesini harap ederek, insanlara hayatı adeta zindan ederek onlara hükmedebileceğini zannedenlerin hesabı ters tepmiştir. Türkiye’nin 79 milyon vatandaşı, 81 vilayeti, 780 bin kilometrekare vatan toprağıyla bölünmez bir bütün olduğu şehitlerimizin kanlarıyla bir kez daha tarihe yazılmıştır.
Şu gerçeği herkes bir kez daha görmüş ve anlamıştır: Türkiye’nin bugünkü sınırları, bizim son sınırlarımızdır. Osmanlı Devleti’nin toprak büyüklüğü, 100 yıl önce yaklaşık 5 milyon kilometrekareydi. Cumhuriyetimizi ilan ettiğimizde sonradan topraklarımıza katılan Hatay’la birlikte bunun ancak 780 bin kilometrekaresini, yani altıda birini muhafaza edebildik. Elbette asıl hedefin bizi bu coğrafyadan tamamen kazımak, silip atmak olduğunun farkındayız. Hiç kimse kusura bakmasın, artık o devir geride kaldı. Biz hem devletimizin fiziki sınırlarına sıkı sıkıya sahip çıkacağız, hem de rahmetli Özal’ın ifadesiyle ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar’ uzanan o gönül sınırlarımızı sonuna kadar açık tutacağız. Bu vesileyle önceki gün 23. ölüm yıldönümünü geride bıraktığımız 8. Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ı rahmetle, şükranla, tazimle yad ediyorum.
Dikkat ederseniz, milletimizin birliği, beraberliği, kardeşliği konusunda 23 Nisan 1920’de İstiklal Savaşımızı yürütmek üzere Gazi Mustafa Kemal’in başkanlığında Büyük Millet Meclisi’nde toplananların ortak bir iradesi ve kararlılığı vardı. Aynı şekilde çok partili hayata geçtiğimizden beri rahmetli Menderes’in, rahmetli Demirel’in, rahmetli Özal’ın, rahmetli Erbakan Hocamızın, rahmetli Türkeş’in, yani milletin gönlünde yer edinmiş tüm liderlerin bu konudaki hissiyatları aynıydı. Hatta daha da ileri gidiyorum, pek çok görüşlerini paylaşmamakla birlikte gerek Sayın İnönü ve Sayın Ecevit’in de bu konuda çok farklı düşünceler içinde olduklarını sanmıyorum.
Değerli kardeşlerim;
Osmanlı’nın son döneminde yetişip Cumhuriyet devrinde ülkenin yönetiminde söz sahibi olan kadronun çok önemli bir hissiyatı vardı. Bu, Yunanistan’ın, Bulgaristan’ın, ardından tüm Balkanlar’ın elimizden nasıl kayıp gittiğine şahitlik etmiş bir kadroydu. Dönemin Osmanlı yapısı içinde dini azınlık konumunda olanların çeşitli Avrupa ülkelerinden Rusya’ya kadar yabancı devletlerin tahriki ve koruması altında devleti nasıl parçaladıklarını bu insanlar bizzat yaşamışlardı.
Bunun için Cumhuriyet kurulurken ölçü olarak ne coğrafya, ne köken alınmıştır. İstiklal Savaşımızı yürüten o Meclis’teki yapı için ifade edilen neydi biliyor musunuz? ‘Anasır-ı İslamiye’; yani ‘İslami unsurlardan müteşekkildir’ deniliyordu o Meclis için. Pek çok sorunlu yanları bulunan, sorunlu yönleri bulunan, Lozan’da da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için belirlenen ölçü, İslam olan-olmayan olarak ifade edilmiştir. Bakınız ırk yok, ‘İslam olan-İslam olmayan’, bu var. Böylece Osmanlı’nın son yüzyılındaki büyük kayıpların sebebi olarak görülen dini azınlıklar eliyle ülkenin parçalanması tehdidine karşı yeni bir anlayış ortaya konmuştur.
Tabii Cumhuriyet kurulduktan sonra da bizim üzerimizde emelleri olan, gözü olan kesimler boş durmamıştır. Mübadele sonrası ortada tahrik ederek sorun çıkartmaları sağlanacak büyüklükte bir dini azınlık kalmayınca, bu defa Kürt kardeşlerimiz üzerinden yeni bir ırkçılık oyunu ortaya konmuştur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizde Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yaşanan isyanların sadece tek bir sebebe bağlanmayacağını, karmaşık saiklerin devrede olduğunu elbette biliyoruz. Bölge insanını yanlış yönlendirenler olduğu gibi hiç şüphesiz devletin de eksikleri, hataları söz konusudur. Ama şu bir gerçektir: Bu isyanların hemen tamamında da tahrik unsuru dış güçlerdir. Tıpkı Ermeni teröristlerin diplomatlarımıza yönelik saldırıları gibi, tıpkı 1970’li yıllardaki sayısız o karanlık olay gibi, tıpkı PKK’nın 1984 yılından beri sürdürdüğü terör eylemleri gibi. Hiç kimse bu hadiselerin kendi tabii mecralarında geliştiğini öne süremez, böyle bir şey yok.
Buradan tüm vatandaşlarıma, özellikle de bölge halkına sesleniyorum, bölge halkına soruyorum, herkesten ellerini vicdanlarına koyarak cevap vermelerini bekliyorum, başlarını iki ellerinin arasına alıp düşünmelerini istiyorum: Geçtiğimiz yılın Temmuz ayından bu yana süren terör eylemlerinin ne bölge halkının, ne milletimizin tamamının, ne de ülkemizin çıkarlarıyla, menfaatleriyle en küçük bir ilişkisi var mıdır? Bu terör eylemleri alenen Türkiye’nin ayağına çelme takma teşebbüsü, Türkiye’yi yavaşlatma, dikkatini ve enerjisini başka yönlere teksif etme çabasının ürünü değil midir? Bu uğurda öldürülen ve bir kısmı da kendi vatandaşımız olan Kürt gençlerinin ne bölge halkına, ne milletimize, ne ülkemize en küçük bir faydası, katkısı olmuş mudur?
Biz terörle mücadele sırasında şehit verdiğimiz ve ülkemizin önemli değerleri olan askerimizin, polisimizin, korucumuzun, her birinin adını tarihe altın harflerle kazıdık, kazıyacağız. Şehitlerimiz namusları bildikleri vatanlarını, milletlerini müdafaa uğrunda hayatlarını kaybettiler. Peki, terörist sıfatıyla hayatlarını kaybeden bu Kürt gençleri ne uğrunda öldü? Pek çoğunun mezarı dahi olmayacak bu gençlerin ölümü, Kandil’deki terör baronlarının umurunda mı acaba? Kandil’deki terör baronlarını ülkemizdeki terör eylemleri için yönlendirenler bakımından bu ölümlerin sadece birer taktikten, birer istatistikten öte anlamı var mı? Yok.
Evlerin bodrumlarında, sokaklara açılan hendeklerin dibinde, kanalizasyon çukurlarında, örgütün kamplarında hayatları son bulan bu gençlerin ölümü sadece aileleri için anlamlıdır, başka bir anlamı yok. Zaten terör örgütlerinin bir amacı da, mümkün olduğu kadar çok gencin ölümünü temin ederek onların ailelerini kendi saflarında bu şekilde tutmaktır. Yani onların bağı kandır kan… Çünkü bu örgüt sevgiden değil nefretten, öfkeden, acıdan, kandan besleniyor. Yaşatmak değil, sadece ve sadece öldürmek için faaliyet gösteren terör örgütü, tüm isimleri ve yandaşlarıyla bölgeden ve ülkemizden söküp atmadan yaşanan acıların önüne geçemeyiz.
Çözüm arıyorsanız işte size çözüm; terör örgütünün en küçük bir izi, zerresi dahi kalmadan bu topraklardan söküp attığımızda çözümü gerçekleştirmiş olacağız. Birliğimizi, beraberliğimizi, kardeşliğimizi güçlü şekilde tesis ettiğimizde gerçek çözümü bulmuş olacağız. İşte o zaman önümüzde duracak hiçbir engel yoktur. Ne Avrupa Birliği Parlamentosu’nun rapor diye yayınladığı hezeyanlar, ne de Irak’ta, Suriye’de, Libya’da ve bölgemizdeki diğer sorunlu yerlerde akbaba gibi dolaşanlar Türkiye’yi durdurabilirler, asla durduramayacak. Yeni Türkiye vizyonumuza yapılan saldırılar işte bu birlik ve beraberlik duvarına çarparak tuzla buz olacaklardır.
Değerli kardeşlerim;
Bu vesileyle Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye Raporu ve kararıyla ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Ekranları başında bizleri izleyen vatandaşlarıma sesleniyorum, tüm dünyaya sesleniyorum: Bu raporun ve kararın sadece iki başlığını anlatayım, gerisini siz zaten tahmin edersiniz. Kararın 17. maddesinde güya çevreci hassasiyetler bahanesiyle ‘Türkiye’nin mega projelerinden kaygı duyulduğu’ ifade ediliyor. Vah vah vah, size bu kaygı bir yerlerden tanıdık geldi mi? Bana geldi. Anladınız değil mi? Ama yine de ben açayım; bu talep bizim önümüze Gezi olayları sırasında da getirilmişti. Aynı şekilde 17-25 Aralık darbe girişiminin hedeflerinden biri de Türkiye’nin mega projelerini gerçekleştiren işadamlarıydı. Batı ülkelerinin finans kurumları mega projelerimize kredi sağlamamak için her türlü cambazlığı yapmışlardı. Savunma sanayi projelerimizi engellemek için, lisans haklarından teknoloji transferine kadar çıkartmadık zorluk bırakmadılar. Şimdi de aynı şifreyle Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye İlerleme Raporu’nda ve kararında karşılaşıyoruz. Her defasında ne dediysek bu sefer de aynısını söylüyoruz; Türkiye 2023 hedeflerinden vazgeçmeyecek, bunu böyle bilesiniz.
Avrupa Parlamentosu’nun kararındaki bir başka talep, bu da manidar; Akkuyu Nükleer Santrali’nin durdurulması çağrısı. Bu çağrıyı yapan kim? Avrupa Birliği üyesi ülkelerin temsilcilerinden oluşan bir parlamento. Başkanları da o zaten, onlar da garip garip açıklamalar yapmışlardı. Peki, Avrupa ülkelerinde elan faaliyet gösteren, şimdi bu rakamlara dikkat edin, 135 nükleer santrali ne yapacağız? Dünyada halen faal olan 444 nükleer santrali ne yapacağız? Halen inşa edilmekte olan 62 nükleer santral için de aynı çağrının yapıldığını duyan var mı? Öyleyse Türkiye’de inşa edilen nükleer santralle ilgili bu kaygı nereden kaynaklanıyor? Sakın bu çağrının gerisinde Türkiye’nin enerjideki dışa bağımlılığından kurtulmasından, yine enerji alımı kaynaklı yüksek cari açığını kontrol altına almasından duyulan kaygı yatıyor olmasın? Dert bu.
Rapora bakıyorsunuz Kıbrıs konusunda, Ege’deki sorunlar konusunda aynı sakat yaklaşım. Yargı bağımsızlığı, ifade, basın ve toplanma hürriyeti konularındaki eleştirilerde aynı sakat bakış açısı. Güneydoğudaki şehirlerimizde yaşanan olaylarla ilgili yine benzer yalan-yanlış ifadeler. Tabii raporu yazanın akıl danesi HDP’liler olduğu için sonucun bu şekilde çıkması şaşırtıcı değil. Biz bunları çok iyi biliriz. Bunlar cibilliyetinin gereğini yapıyorlar. Hele bir de raporun 1915 Olayları faslı var ki tam evlere şenlik... Adeta ülkemizin ve milletimizin ne kadar hasmı varsa biraraya gelip kafalarındaki ve gönüllerindeki rapora derç etmişler.
Bu raporun herhangi bir bağlayıcılığının olmadığını elbette biliyoruz, böyle bir bağlayıcılığı falan yok bu raporun. Zaten arkadaşlar kendilerine iade ettiler. Buna rağmen Türkiye’nin geçen yıl olduğu bu yıl da raporu iade etme kararı alması gayet doğrudur. Hâlbuki biz bu raporu, alıştık bunlara, Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizi daha ileriye götürmemize yardımcı olacak, bu yöndeki çalışmalarımıza ışık tutacak tespitler içeriyor diye düşünmüştük. ‘Şimdi ne yapmak istiyorlar acaba’ diye bu soruyu ben kendi kendime de soruyorum. Şimdi 23 Nisan’da Avrupa’dan işte bazı liderler buraya geliyor, gidip Gaziantep’te falan kampları gezecekler, dolaşacaklar. Peki, o kampları gezip dolaştıkları zaman acaba bu raporla ilgili soruya da cevap arayacaklar mı? Bu kadar insan, 3 milyon insan bu ülkede Avrupa’dakileri rahatsız etmesin diye burada bunlar bakılıyor, burada bunların bütün maişeti, her şeyi temin ediliyor, bunlarla ilgili raporda ne var? Hiç.
Bizim tepkimiz kurumsal olarak Avrupa Parlamentosu’na veya raporun kendisine değil. Bizim tepkimiz, raporun yapıcı değil yıkıcı bir anlayışla hazırlanmasınadır. Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizin göçmenler, bazı fasılların açılması, vize serbestisi gibi pek çok konuda olumlu yönde seyrettiği bir dönemde böyle bir raporun önümüze getirilmesi, tam anlamıyla değerli kardeşlerim, provokatif bir yaklaşımdır, provokatif bir davranıştır. Herhalde bunu Avrupalılar görecektir, temenni ederim ki görürler. Ta 1963’ten bu yana göremediler, ama bundan sonra ne olur bilemiyorum.
Avrupa Parlamentosu özellikle son yıllarda bu davranışı çok sık sergiler hale gelmiştir. Bu hususta da her zaman söylediğim şeyi buradaki bir kez daha ifade etmek istiyorum, tekrar etmek istiyorum; Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne olan ihtiyacından daha fazla Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ihtiyacı vardır; bunu böyle bilin. Bunun için hiç uzağa gitmeye gerek yok, sadece son gelişmelere bakmak yeterlidir.
Değerli kardeşlerim;
Türkiye’ye yönelik Batı kaynaklı eleştirilerin bir bölümü bizim içinde bulunduğumuz şartların doğru anlaşılmamasından kaynaklanıyor, böyle de olabilir. Ama büyük bölümü kesinlikle art niyetlidir. Çok daha fazlasını, çok daha ağırlarını, çok daha katılarını batı ülkelerinde gördüğümüz pek çok uygulama yüzünden ülkemize sert eleştiriler yönetiliyor.
‘Hapisteki gazeteciler’ diyorlar, bakıyorsunuz hiçbiri gazeteci değil. Gazeteci kabul edebileceklerimizin suçlarına bakıyorsunuz, casusluk gibi, gizli belgelerin ifşası gibi kendi ülkelerinde çok daha ağır cezaların verildiği suçlar.
‘İfade özgürlüğü’ diyorlar, bakıyorsunuz her türlü hakaretin, iftiranın, küfrün, aşağılık ifadelerin yer aldığı konuları bu şekilde değerlendiriyorlar. İşte geçenlerde Amerika’da böyle birisi çıkmış Başkan Obama’ya bir tehdit ve hakaret sallıyor, üç yıla mahkûm ettiler, içeride. Aynı şekilde Şansölye Merkel’e Almanya’da benzer bir şey yapıldı, o da iki yılı aşkın bir süre o da mahkûm oldu. Bunlar bunu rahatlıkla yapıyor, oluyor. Bizde buna benzer şeyler daha bugüne kadar pek olmadı. Demek ki böyle bir şey bizde olmuş olsa bunlar gök kubbeyi üzerimize yıkacaklar. Oysa kendi ülkelerini kişisel hak ve özgürlüklerin en ileride düzeyde uygulandığı yerler olarak görüyorlar, alakası yok. Aynı hakaretleri, küfürleri o ülkelerde yapanlar kendilerini anında mahkemenin önünde buluyorlar.
‘Gösteri özgürlüğü’ diyorlar, bakıyorsunuz kendileri gerekli gördüklerinde herhangi bir taşkınlığı, şiddeti saldırısı olmadan gösteri yapan yüzlerce insanı kelepçeleyerek götürüyorlar.
‘Yargı bağımsızlığı’ diyorlar değil mi? Türkiye’de yargıyı paralel yapı çetesinin tasallutundan kurtarıp yeniden millet adına karar veren bir kurum haline dönüştürme çabalarını eleştiriyorlar. ‘Sosyal medyanın kısıtlanması’ diyorlar, işlerine geldiğinde kendileri ziyadesiyle aynı yola başvuruyorlar.
Türkiye’nin eksiklikleri yok mu? Elbette vardır. Biz bunları düzeltmek, geliştirmek, Türkiye’yi demokraside hak ve özgürlüklerde en ileri standartlara kavuşturmak için 13 yıldır gece-gündüz çalıştık, çalışıyoruz. Ama bunu onlar istediği için değil ha, milletimiz buna layık olduğu için yaptık, yapmayı da sürdüreceğiz.
Terörle bu çapta bir mücadele yürütüp de Türkiye’ye kadar hak ve özgürlük çıtasını yüksekte tutabilen dünyada başka bir ülke yoktur. Hatta bu konuda sınırları biraz fazla da tuttuk, tutuyoruz da. İşte dokunulmazlık meselesini hepiniz biliyorsunuz değil mi? Bakanız unvanı milletvekili; ama kendisi arabasında teröristlere silah taşıyor. Unvanı milletvekili; ama evini teröristlerin karargâhı haline getirmiş. Unvanı milletvekili; ama devletin güvenlik güçlerine, hâkimine, savcısına, diğer görevlilerine yapmadık hakareti, terbiyesizliği bırakmıyor, hatta makamında şehit ediyor. Unvanı milletvekili; kürsüden terör örgütünü savunuyor, onun ağzıyla konuşuyor, onun sembollerini taşıyor. Niye? Çünkü dokunulmazlığı var, böyle dokunulmazlık olur mu?
Milletvekili dokunulmazlığının amacı bellidir. Kürsüden ifade ettiğiniz düşünceler konusunda dokunulmazsınız. Diğer soruşturma ve kovuşturmaların, üzerinizde baskı aracı olarak kullanılmaması için de suçüstü halleri dışında bu tür süreçler milletvekilliği sürecinde donduruluyor. Ama siz bu imkânı tutup da terör örgütünü desteklemek, terör örgütünün bir militanı gibi davranmak için kullanırsanız kusura bakmayın; eninde sonunda dokunulursunuz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu konuda sağlanan uzlaşmayı ben takdirle karşılıyorum. Tabi önümüzdeki hafta bu işin Meclis süreci başlayacak ve kısa sürede mevcut dokunulmazlık dosyalarının tamamı yargıya intikal ettirilecek. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına en hararetli muhalefeti yapan, hatta sağı-solu tehdit eden parti, daha geçen yıl Türkiye’ye meydan okuyordu değil mi? Anlıyorsunuz. O dönemde 80 milletvekili bulunan bu partinin tüm milletvekilleri dokunulmazlıklarının kaldırılması için Meclis’e dilekçe veriyorlardı. İşte şimdi dokunulmazlıklar kalkıyor. Bu sefer niye itiraz ediyorsunuz? Çünkü bunların derdi hiçbir zaman üzüm yemek olmadı.
Bunlar hep eline geçen her konuyu istismar ederek terör örgütüne destek vermenin çabası içindeydiler. Açık söylüyorum; HDP, bırakın Türkiye partisi olmayı, bırakın benim Kürt kardeşlerimin temsilini, bu coğrafyanın tüm insanlarına ve değerlerine düşmanlık etmek üzere kurulmuş bir parti görünümündedir. Ülkemizin, insanlarımızın ne kadar kutsalı varsa hepsi bu partinin ve mensuplarının hedefidir. Bayraktan rahatsız olan, ezandan rahatsız olan, camiden rahatsız olan, İstiklal Marşı’ndan rahatsız olan, vatandaşlarımızın sakalından, kıyafetinden rahatsız olan bir parti bu toprakların partisi olamaz.
Nitekim dünyanın neresine gittiysek, Türkiye’ye, milletimize husumet besleyen herkesin bunları desteklediklerini, onlar adına ve onlarla birlikte bize karşı eylem yaptıklarını gördük. Şimdi paralel yapı da bunların safına katılmış durumda, şimdi el ele vermişler. Amerika’da Ermenileri, PKK’lıları ve onların bir parçası haline dönüşmüş olan HDP’lileri, paralel devlet yapısının oradaki simalarını, Türkiye’ye karşı, bize karşı eylem yaparken görünce inanın içim acıdı biliyor musunuz? Eyvah dedim, ne hallere düştüler.
Bu ülkenin ekmeğini yemiş, suyunu içmiş, havasını solumuş bir tek kişinin bile böylesine bir ihanetin içinde yer alabileceğini doğrusu düşünemezdim. Gerçi Türkiye’de benzer şeyleri yaşadım, gördüm onlarla ilgili olarak. Fakat gurbette de bunu yapıyor olmaları düşündürücüdür. Hatta konferans vereceğim salona girmek suretiyle orada da provokatif bir eylemin içerisine girmeyi de düşündüler. Fakat havanın farklı olduğunu görünce herhalde cesaret edemediler.
Bütün bunlar karşısında sabretme dönemini artık geride bıraktık, artık harekete geçme zamanı. İnşallah dokunulmazlık meselesi bunun ilk adımı olacak. Arkasından bu tür ihanet şebekelerin kökünü kazımak için ne gerekiyorsa hepsi de birer-birer yapılıyor, yapılacak. Milletimiz velev ki kendi içinden çıkmış olsun, bu mankurtları daha fazla taşımak zorunda değildir.
Kurtuluş Savaşımızı verirken nasıl net çizgiler çekerek işe başladıysak ve bu şekilde zafere ulaştıysak, bugün de aynı noktadayız. Nedir bizim ölçümüz? Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Biz yeni Türkiye’yi bu 4 başlık üzerine kuracağız.
79 milyon biz tek milletiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı altında Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla tüm 79 milyon tek milletiz. Ayrımcılık yapanlar bizden değildir. İki, tek bayrak... Bayrağımızın rengi şehidimizin kanıdır, hilal bağımsızlığımızın ifadesidir, yıldız şehidimizin sembolüdür, ta kendisidir. Ve tek vatan diyoruz. ‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.’ Yani vatan rastgele bir toprak parçası değildir; şehidin kanlarıyla yoğrulur ve o daha sonra vatan olur. Ve dördüncüsü de, tek devlet... Bizim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden başka bir devletimiz yok. Paralel devletmiş, şu devletmiş, bu devletmiş; bunların hepsi ihanet şebekesidir, bunlar çete… Türkiye’yi 2023 hedeflerine işte bu anlayışla ulaştıracağız.
Değerli kardeşlerim;
Bu duygularla bir kez daha Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni, milletin evini teşrifiniz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Mahallelerinizdeki, köylerinizdeki her bir kardeşime selamlarımı, sevgilerimi, saygılarımı iletmenizi rica ediyorum.
Şimdi beraber yemeğimizi yiyeceğiz, yemekten sonra toplu fotoğraflarımızı çektireceğiz ve ondan sonra sizlere birer ufak hediyemiz olacak. Bu hediyelerimizle sizleri uğurlamış olacağız. Teşekkür ediyorum, sağ olun.