Global Eğitim Zirvesi'nde Yaptıkları Konuşma

26.03.2016

Çok değerli katılımcılar,

Yurt dışından programımıza teşrif eden kıymetli misafirler,

Eğitim camiamızın değerli mensupları,

Hanımefendiler,

Beyefendiler;

Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyor, bugün açılışını gerçekleştirdiğimiz Global Eğitim Zirvesi’nin başarılarla dolu olmasını temenni ediyorum.

Zirvenin ülkelerimiz, eğitim dünyamız, öğretmen ve öğrencilerimiz için hayırlara vesile olmasını diliyorum.

Geleceğin Eğitimi Derneğimizin kıymetli yöneticilerini böylesine önemli, böylesine anlamlı bir zirveyi tertip ettikleri için gönülden tebrik ediyorum. Destekleriyle zirvenin düzenlenmesine katkı sunan bakanlıklarımıza, belediyelerimize, üniversitelerimize, diğer kurum ve kuruluşlarımıza ayrıca teşekkür ediyorum.

İki gün boyunca akademik çalışmalarıyla, tebliğleriyle, tecrübe ve birikimleriyle dinleyicileri aydınlatacak tüm katılımcılara, özellikle de yurt dışından gelen bakanlara, misafir eğitimcilere şahsım ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum.

Bu tür uluslararası organizasyonlar farklı ülkelerin deneyimlerini öğrenmek, onlardan istifade etmek bakımından çok büyük önem arz ediyor. Milli Eğitim eski Bakanımız Nimet Baş Hanımefendinin öncülüğünde kurulan Geleceğin Eğitimi Derneği’nin organizasyonun bu açıdan büyük bir boşluk dolduracağına inanıyorum. Derneğin ülkemizde eğitim yönetimi alanında ki buna ben bir şey daha ilave edeyim, eğitim-öğretim noktasındaki ihtiyacı hissedilen faaliyetlere katkı sunmasının yanında, Türkiye’nin son 13 yılda eğitim-öğretim konusunda elde ettiği tecrübeleri diğer bölge ülkeleriyle paylaşmasını da önemli görüyorum.

Zirve süresince ortaya konacak fikirlerin, dile getirilecek projelerin ülkemizin eğitim sisteminin daha da gelişmesine, yenilenmesine vesile olacağına inanıyorum.

Değerli dostlarım;

Dünyamızın akıl almaz bir hızla değiştiği, yeni iletişim ve ulaşım araçlarının sınırları kaldırdığı bir dönemin içerisindeyiz. Teknolojik gelişmeler hayatımızın her alanını etkiliyor ve onu kökten değişime zorluyor. Şüphesiz bu değişim baskısının en fazla hissedildiği alanlardan birisi eğitim. Bizim bu değişim dalgasının önünde durmak, ona engel olmak gibi bir imkânımız da, niyetimiz de olamaz, zaten böyle bir şey de mümkün değil. Fakat bizim değişimi yönlendirmek, onu toplumumuzun faydasına olacak şekilde kanalize etmek gibi bir mesuliyetimizin, sorumluluğumuzun olduğuna inanıyorum. Kendi değerleriyle, kültürüyle, toplumsal dinamikleriyle barışık bir değişim sürecini idare etmek, meseleye bu şekilde yaklaşmak durumundayız. Bu sadece devlet kurumlarının değil aynı zamanda üniversitelerin, okulların, sivil toplum kuruluşlarının da görevidir. Devlet değişimin bir gereği olarak yenilikleri, yeni eğitim modellerini ve teknolojiyi çocuklarımıza sunmak, bunun altyapısını onlara sağlamak zorundadır, bu devletin görevidir. Bununla birlikte çocuklarımızın kendilerine, ailelerine, çevrelerine, en önemlisi bizi biz yapan değerlere karşı yabancılaşmalarına da mani olmamız gerekiyor. Burada gözetilmesi gereken çok hassas bir denge vardır. Çünkü bir şeyin yeni olması, onu sorgulamadan, teraziye koymadan, herhangi bir süzgeçten geçirmeden alıp uygulamamız anlamına gelmez, gelmemelidir. Yeni olan her şey iyi ve faydalıdır, eski olan her şey kötü ve zararlıdır gibi yaklaşımı kabul etmemiz mümkün değildir. Çünkü böyle bir yaklaşım sadece ne üretir? Sorun üretir.

Burada bir hususun altını özellikle çizmek istiyorum. Bugün farklı şekillerde tezahür eden yabancılaşma meselesi Türkiye tarihinin son 200 yılına damgasını vuran en önemli sorunlarımızdan biridir. Bu sorun, eğitim-öğretim sistemimizin de etkisiyle iki asırdır ülkemizin kanayan bir yarasıdır. Edebiyat tarihimiz, fikir hayatımız bu meseleyi ele alan onlarca eserle doludur. Bundan 118 yıl önce Araba Sevdası kitabında Recaizade Mahmud Ekrem’in ironiyle resmettiği Bihruz Bey karakteri sadece lümpen batılılaşmayı değil aynı zamanda yeniyle kurulan çarpık ilişkiyi de anlatır. Tevfik Fikret’in karanlığı boğacak ışık olarak gördüğü öz oğlu Haluk’un serencamı da bizim için bu açıdan ibretlik bir hikâyedir. Haluk’un karşısında ise, rahmetli Mehmet Akif’in hayalini kurduğu, özlemini çektiği, duasını ettiği Asım vardır, Asım’ın Nesli vardır. Çatışan, birbirine zıt olan bu iki karakter, aslında bizim son 200 yılımızı anlamamız için bize anahtar sunarlar. Bedrin Aslanları gibi Çanakkale’de destanlaşan bir Asım varken, Haluk’u ne Çanakkale Harbinde, ne de Kurtuluş Savaşı’nda görebilirsiniz. Bir yanda Doğuya sırtını dönmeden Batıyı anlamaya çalışan, bu uğurda fikir çilesi çeken, önce vatan, önce millet diyen bir Asım vardır; diğer tarafta ise önce İskoçya’ya, ardından Amerika’ya giden, son nefesini kilisede rahip olarak veren bir Haluk vardır. Bunlar asla 100-150 yıl öncesine ait hayali kişilikler değildir. Biz bugün de Araba Sevdası’nda hicvedilen Bihruz Beyin örneklerini ne yazık ki aramızda görüyoruz. Bugün de Asım’ın ve Haluk’un canlı sembolleriyle günlük hayatımızda karşılaşıyoruz. Bu karakterlerin Batıya, Batı kültürüne bakış açısı, Batılı değerlerle kurduğu hastalıklı ilişki, bugün de aynı şekilde devam ediyor. Bu karakterler aynı zamanda iki farklı eğitim modelinin de ürünleridir. Haluk ve Asım, değişmek zorunda olan bir toplumun bu süreci nasıl kendi faydasına veya zararına yönetebileceğinin işaretlerini verir. Bugün de eğitim alanında yapacağımız çalışmalarımızda aynı örnekler üzerinden hareket etmek, bu gerçeği dikkate almak zorunda olduğumuza inanıyorum.

Değerli dostlarım;

Türkiye tarihin hiçbir döneminde dışarıdan sömürge haline getirilmemiş, müstemleke durumuna asla düşmemiştir. Ancak her dönemde bu ülkede Batıya karşı duyulan aşağılık kompleksi sebebiyle orada olanı sorgusuz sualsiz almaya teşne bir kesim maalesef var olmuştur. Sömürge kafalı, jakoben, kolaycı ve kopyacı, eser veremeyen, milletine böyle tepeden bakan bu kesim, uzun süre devlet ve toplum hayatımızın kontrolünü ne yazık ki elinde tutmuştur. Toplumumuzun can damarını kesmeye amaçlayan bu yaklaşımı rahmetli Ahmet Hamdi Tanpınar bir tür kültürel inkâr olarak tanımlıyor; burası çok önemli, kültürel inkâr. Ben de; bu hem inkâr, hem intihardır diyorum. Çünkü bunlar için milletimizin değerlerinin, kültürünün, birikiminin hiçbir kıymeti yoktur. Bu anlayışa göre terakkinin tek yolu tamamen Batıya benzemek, orada ne bulursak alıp hiçbir elekten geçirmeden tatbik etmektir. Akif ne diyor? Alınız ilmini Garbın, alınız sanatını, veriniz hem de mesainize son süratini diyor. Onların olumsuzluklarını alın demiyor, ilmini alın diyor, sanatını alın diyor ve mesainize de son süratinizi verin diyor.

Biz son 13 yılda eğitim sistemimizi bu tek tipçi, kompleksli zihniyetin tahakkümünden kurtarmak için büyük çaba harcadık. Gerek altyapı, gerek içerik konusunda hayata geçirdiğimiz politikalar, belli kesimler tarafından sürekli olarak engellenmek istendi. Göreve geldiğimizde bizim milli bütçemizin birinci sırasında savunma vardı. Biz ne yaptık? Onu gerilere attık, birinci sıraya neyi çıkardık? Eğitimi çıkardık. Personel, birinci sıraya öğretmeni çıkardık. Niye? Eğer eğitimde-öğretimde başarılı olamazsanız hiçbir şeyde başarılı olmanız mümkün değil. FATİH Projesinden seçmeli derslere, imam hatiplerin orta kısımlarının açılmasından 4+4+4 sistemine kadar attığımız her adım anlamsız bir inatla, bir dirençle karşılaştı. Bu direnç kesinlikle milletimizden değil Haluk modelinde nesil yetiştirmeyi maharet sayan, başka da fikirleri, projeleri olmayan işte o azınlık, o dayatmacı azınlıktan geldi. Allah’a hamdolsun tüm engelleme girişimlerine rağmen yılmadık ve çok önemli başarılara imza attık.

Burada birkaç tane çarpıcı rakamı sizlerle ve değerli misafirlerimizle paylaşmak isterim.

2002 yılında ülkemizde 544 bin öğretmenimiz vardı. Çok önemli, geçtiğimiz 13 yılda 542 bin yeni öğretmen ataması yaparak bu rakamı bugün o kadar hızla ilerlettik ki şu anda emeklileri koyarsak bir kenara 923 bin 133’e çıkarttık.

FATİH Projesi kapsamında okullarımızı 432 bin etkileşimli tahta ve 50 bin çok fonksiyonlu network yazıcı ile teçhiz ettik. Öğrencilerimize ve öğretmenlerimize dağıtılan tablet bilgisayar sayısı da 1 milyon 438 bine ulaştı. Dün Yozgat’taydım, akşam saatlerinde de Yozgat İmam Hatip Lisesinin resmi açılışını yaptım. Hem fiziki altyapı, hem de tabii oradaki yavrularımızın gerek etkileşimli tahta, gerekse tablet bilgisayarla birlikte derslerini görüyor olması onlara farklı bir özgüven getirmiş. Ve o özgüven içerisinde baktım derslerini yapıyorlar. Ve hedefimiz vardı, diyorduk ki; 30 kişiden fazla sınıf olmayacak, 30’un altına indireceğiz. Şimdi akşam sınıfları dolaşırken en fazlası 28’di, baktım 20 kişilik sınıflar, 18 kişilik sınıflar vardı; işte bu başka mesele. Ama bizim okuduğumuz sınıflar 75 kişilik sınıflardı ve o dönemlerde 100 kişilik, 125 kişilik sınıflar vardı, şu anda o dönemi benimle beraber yaşayan burada hocalarımız var, biliyorum. Yani bir öğretmene düşen öğrenci sayısına bakın, şimdi düşen öğrenci sayısına bakın. Bunu biz işte bu 13 yılda yakaladık. Şimdi FATİH Projesiyle bütün sınıflarımız aynı zamanda bilişim teknolojileri sınıfına dönüştü.

Ülkemizin 81 ilinde –az önce değerli Bakanım da söyledi, 13 yılda 250 bin adet yeni derslik inşa ederek toplam derslik sayımızı 581 binin üzerine çıkarttık. 6 alanda 21 adet seçmeli dersle bu konuda geniş bir yelpaze oluşturduk. Türkiye’de ilk defa sosyal bilimler ve spor liselerini kurduk.

Okul öncesi eğitimi süratle yaygınlaştırıyoruz. 2001-2002 eğitim-öğretim yılında okul öncesindeki eğitimde 289 bin olan öğrenci sayısı, 2014-2015 eğitim-öğretim yılında 1 milyon 157 bine ulaştı; başarı burada.

Eğitim-öğretim desteğiyle hiçbir evladımızın maddi imkânsızlık sebebiyle okuldan mahrum kalmamasını temin ediyoruz. 2015-2016 eğitim-öğretim yılında da 230 bin öğrenciyi kapsayacak şekilde eğitim ve öğretim kademesine göre yıllık 2 bin 680 lira ile 3 bin 750 lira arasında değişen rakamlarda destek veriyoruz. Orta öğretimde mesleki ve teknik eğitimin payını yüzde 36’dan yüzde 58’e çıkardık.

Sizler eğitim alanında atılan bu adımların, hayata geçirilen projelerin en büyük şahitlerisiniz. İnşallah bundan sonra da bu yöndeki çalışmalarımızı aralıksız devam ettireceğiz.

Değerli kardeşlerim;

Hiç şüphesiz Türkiye diğer alanlarla birlikte eğitimde de 13 yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak bir yerde. Bu millete yakışmayan o eski Türkiye manzaralarına büyük ölçüde son verdik. Hamdolsun, artık altyapısı güçlü, sadece okulda değil biz mesela beden eğitimi derslerini adeta normal sınıflarda yapardık, ama şimdi artık birçok okullarımıza modern kapalı spor salonlarını, çok amaçlı spor salonlarını inşa etmeye başladık; çünkü bunlar da önemli. Çocuklar gerek kapalıda, gerek açık spor alanlarında bunu yaptığı anda özgüven daha da artıyor.

Ve anneler, babalar acaba çocuklarımın kitaplarını alabilecek miyim diye düşünüyordu geçmişte, ama şimdi ücretsiz olarak okullar açılırken kitapları masaların üzerine, sıraların üzerine ne yapıyoruz, koyuyoruz. Meslek liselerine gidenler katsayı engeline takılır mıyım diye düşünüyordu, şimdi öyle bir engel kalmadı, bu da gitti. Ve dün Yozgat’ta Anadolu İmam Hatip okulunun açılışını yaparken oradaki hayırseverden bir ricada bulundum, dedim; daha önce de konuşmuştuk seninle, güzel bir adım daha burada at, Yozgat’a şöyle gel bir endüstri meslek lisesi yap. O da bana ne dese beğenirsiniz, Cumhurbaşkanım dedi, ben zaten sözü verdim, şimdi ben yer bekliyorum, yeri verdikleri anda projeyi hemen hazırlayacak ve inşaata başlayacağım dedi. Belki bu yıl, yetiştiremezsem öbür yıla muhakkak yetiştireceğim dedi. Şimdi bu işte artık eğitim-öğretimde de sadece devletten bekleme değil, yani hayırsever yaptığının hedefine ulaştığını görürse arkası geliyor.

Tabii bütün bu şahit olduğumuz kızlarımızın heyecanı, mutluluğu, sevgi ve ümit dolu bakışları karşısında duygulanmamak inanın mümkün değil. Aynı şey tabii erkek evlatlarımız için de. Bu evlatlarımıza geçmişte yaşatılmış zulümleri düşündüğümüzde ülkemize kaybettirilen zamana, enerjiye, yıkılan hayallere, karartılan geleceklere üzülmemek de elde değil. Şimdi tüm bunları artık geride bıraktık. Okul öncesinden ilk, orta, lise düzeyine, üniversitelere kadar artık bambaşka bir Türkiye var. Genç kızlarımız üniversiteye gittiklerinde ikna odalarının kapılarında kendilerini bekleyen mürebbiyelerle değil kendilerini güler yüzle karşılayan üniversite hocalarıyla karşılaşıyor.

Ancak biz bunları da yeterli görmüyoruz. Yeni Türkiye’yi inşa etmek için özgüveni yüksek, kendi medeniyet değerleriyle barışık, potansiyelinin farkında bir nesil yetiştirmek zorundayız. Eğitim sistemimizi çocuklarımıza özgüven duygusu kazandıracak, atılım ruhu aşılayacak, pergelin bir ayağını değerlerimize, buraya sabit kılacak, diğer ayağıyla da tüm dünyayı Mevlana’nın dediği gibi dolaşacak şekilde yeniden ele almalıyız. Bu çerçevede başlatılan çalışmalar olduğunu biliyorum. Bunları süratle hayata geçirip yeni ufuklara yol almaya başlamalıyız. Ne Batıyı bilen, ne de Doğuyu özümsemiş parçalanmış karakterler değil, yerinin, yurdunun, kültürünün farkında nesiller yetiştirmeyi hedeflemeliyiz.

Bizim tarihimiz bir yönüyle Yunus Emre, Mevlana, İbn-i Arabi, İbn-i Sina, Mimar Sinan, Itri gibi abide şahsiyetler tarihidir. Nizamülmülk sadece kendi dönemine ışık tutan, kendi döneminin ilim ve siyaset erbabını yetiştiren bir medrese kurmamıştır. Nizamülmülk, ilmek-ilmek dokuduğu eğitim ve yönetim yapısı, Selçuklu’yu da, Osmanlı’yı da yaşatan, onlara yüzyıllar boyunca güç katan, can veren bir kaynak olmuştur. Bugün istisnalar hariç dünyada çığır açan çalışmalara imza atan bilim insanları, tarihçiler, mimarlar, sanatçılar konusunda eksiklik hissediyorsak, bunun en başta gelen sebebi eğitim sistemidir. Aslında bu doğrultuda 2004 yılından itibaren çok ciddi adımlar attık. Fakat bugün görüyoruz ki bunlar yeterli değil. Tek yönlü bir sınıf kavramı yerine, zengin öğrenme ortamlarının gündeme geldiği, sıra dışı eğitim modellerinin tartışıldığı günümüzde bizim de artık daha farklı projeleri hayata geçirmemiz gerekiyor. İnsanı eşrefi mahlukat, yani yaratılmışların en şereflisi olarak gören ve fıtratı merkeze alan bir eğitim müfredatı üzerinde daha fazla durmalıyız. Eğitim sistemimizin çocuklarımızın yaratılıştan sahip oldukları, Allah’ın onlara lütfu olan özelliklerini inkişaf ettirecek şekilde ele alınması gerekiyor. Ve bugün öğretmenlerimizle, ailelerimizle konuştuğumuzda en büyük sorunumuzun bedenen sınıfta, ancak zihnen ve ruhen ne yazık ki başka yerlerde olan çocuklar olduğunu görüyoruz. Bu durumu değiştirecek, öğrencilerimizin sınıfa, derse, okuldaki aktivitelere ilgisini en üst düzeye çıkaracak yenilikleri süratle hayata geçirmeliyiz. Eğitim-öğretim sistemimizin hedefi, sadece kariyer yapmaya veya sınav geçmeye odaklı bireyler yerine, aklıselim, kalbiselim, zevkiselim sahibi bir nesil yetiştirmek olmalıdır. Bunun için de sistemin kadim değerlerimizi merkeze alan bir anlayışla ilim, irfan, hikmet esasları üzerine yeniden inşa edilmesi şarttır.

İçinde bulunduğumuz dönem bu tür radikal adımları atabileceğimiz mümbit bir dönemdir. Allah’a hamdolsun Türkiye böyle bir sistemi inşa edecek birikime, imkana, kaynağa şu an fazlasıyla sahiptir. Şüphesiz bunu devletin ve Milli Eğitim Bakanlığımızın tek başına yerine getirmesi mümkün değildir. Artık ertelenemez bir noktaya gelen bu ihtiyacın tüm toplum kesimleri tarafından sahiplenilmesi gerekiyor. STK’larımız bu noktada görev üstlenmesi gerekiyor. Sivil toplum kuruluşlarımız, üniversitelerimiz, hocalarımız, bu alana ilgi duyan ilim erbabımız, kanaat önderlerimiz elini taşın altına koymalıdır.

Ben önümüzdeki iki gün boyunca 21. yüzyılda yeni eğitim trendlerinin masaya yatırılacağı bu zirvenin bu konuların da tartışılacağı bir zemin olacağına inanıyorum.

Bu düşüncelerle sözlerime son verirken bir kez daha Global Eğitim Zirvesi’nin başarılı geçmesini diliyorum. Zirvenin düzenlenmesinde emeği geçenleri tebrik ediyor, yurt dışından gelerek programı zenginleştiren misafirlerimize teşekkür ediyorum.

Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.

Kalın sağlıcakla.