“Yeni Anayasa İçin Hep Birlikte” Temalı Programda Yaptıkları Konuşma

28.01.2016

Türkiye Anayasa Platformunu kıymetli mensupları,

Değerli kardeşlerim, hanımefendiler, beyefendiler;

Sizleri en kalbi duygularımla, hasretle, muhabbetle selamlıyorum.

Türkiye Anayasa Platformu çatısı altında bir araya gelen 16 sivil toplum kuruluşumuzun her biri; Anadolu Platformu, ASKON, Birlik Vakfı, Cihannüma Derneği, Ensar Vakfı, HAK-İŞ, HUDER, İHH, İlim Yayma Cemiyeti, İnsan ve Medeniyet Hareketi, MEMUR-SEN, MÜSİAD, ÖNDER, Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, TÜMSİAD ve TÜRGEV, yöneticileriyle, üyeleriyle, gönülleriyle her türlü şükranı, her türlü teşekkürü ve takdiri hak ediyorlar.

Türkiye Anayasa Platformu’nun “Yeni Anayasa İçin Hep Birlikte” çağrısının şu ana kadar yaklaşık 300 sivil toplum kuruluşumuz tarafından desteklendiğini öğrendim. Bu sayının kısa süre içerisinde inanıyorum ki çok daha yüksek rakamlara çıkacaktır. Bu ise ülke genelinde milletin birliğine bir çağrı olduğuna inanıyorum, çünkü bu mesele herhangi bir kurumun veya herhangi bir şahsın değil, bizatihi milletimizin meselesidir.

Yeni anayasa konusuna milletimizin değerlerini yaşatma noktasında hassasiyet sahibi sivil toplum kuruluşlarımızın öncülük etmesi rastgele bir durum, bir tesadüf değildir. Millet kendi meselesi olan yeni anayasa talebine kendisini temsil eden sivil toplum kuruluşları aracılığıyla sahip çıkıyor. Bundan dolayı teşekkür ediyorum.

Demokrasiye inanan herkesin milletin talebine saygılı olması gerekir. Her kim ki millete sırtını döner, millete rağmen yol yürümeye kalkarsa akıbeti hüsran olur.

Bakınız merhum Akif İstiklal Marşımızda milletin gücünü nasıl ifade ediyor: “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım, / Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.” Millet kükrediği zaman onun önünde ne bentler durabilir, ne de dağlar durabilir. Yeni anayasa meselesi de milletimizin işte böyle güçlü bir talebi haline dönüşmüştür.

Bu toplantı artık meselenin göz ardı edilemeyecek, ertelenemeyecek, ötelenemeyecek, baştan savulamayacak bir seviyeye ulaştığını gösteriyor. Milletimiz, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla artık konuya el koymuştur.

Bu tür toplantılarla, çalıştaylarla, arama konferanslarıyla tüm kesimleri içine alan, tüm kesimlerin ihtiyaçlarını ve beklentilerini yansıtan yeni anayasa süreci hızla olgunlaşacaktır. Yeni anayasa çalışmalarına emeği geçen ve geçecek olan herkese şimdiden şükranlarımı sunuyorum.

Çünkü bu mesele millidir, bu mesele yerlidir. Milli olan her meselede, yerli olan her meselede Cumhurbaşkanı olarak ben de varım, bunu açıkça söylüyorum. Bugüne kadar kurulan anayasaların hepsi ithaldir, yerli değildir. Ve ithal ürünlerle yönetildik, ithal mantıklar bize hakim oldu, şimdi biz yerliye ve milliye dönmeliyiz.

Değerli kardeşlerim,

Tabii biz yeni anayasa dedikçe birileri bundan çok ciddi anlamda rahatsız oluyor. Yeni anayasadan rahatsız olanlar memnun demektir. Halbuki mevcut anayasa yıllar içinde yapılan tüm tadilatlara rağmen hala 1960 ve 1980 darbelerinin ruhunu taşıyan millete karşı güvensizliğin bir eseri metindir.

Eskilerin güzel bir sözü var, “Tatbiki mümkün olmayanın ıslahı da mümkün olmaz” diye. Mevcut Anayasa da sürekli değiştirilmesine rağmen ıslahı mümkün olmayan bir metin durumundadır. Esasen mevcut Anayasanın kurduğu siyasi ve idari düzen, işte 13 yıl bu ülkeyi yöneten partinin ve kadronun çok işine gelir. Ama dikkat edilirse, yeni anayasa meselesi en başından beri, Başbakanlığımın ilk dönemlerinden itibaren bu kadro tarafından gündeme getirilmekte, güçlü bir şekilde de talep edilmektedir.

İşe asıl sahip çıkması gereken muhalefetin ise tam tersi bir tutum içinde olduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi 2011 seçimlerinin ardından bu konuda ciddi bir adım attık. Meclis’te yüzde 60’lık çoğunluğu oluşturuyor olmamıza rağmen, grubu bulunan her partinin eşit katılımıyla bir komisyon oluşturulmasını temin ettik. Amacımız, mümkün olan en geniş katılımlı anayasa metninin ortaya çıkmasını sağlamaktı. Fakat diğer partiler anayasa metni oluşturmak için değil adeta anayasa metni oluşmasını engellemek gayesiyle hareket ettikleri için bu komisyonun çalışmaları akamete uğradı.

Peki, bu durum milletimizi yeni anayasa talebinden vazgeçirdi mi? Hayır. İşte seçimler yapıldı, 7 Haziran, 1 Kasım, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, yeni anayasayı konuştuğumuz zaman meydanlar kükrüyordu. Niye? Çünkü mevcut Anayasa veya anayasalar bu vücuda dar geliyordu dar, artık bunu kaldırmıyor. İşte bugün burada olduğu gibi milletimizi temsil eden her platformda yeni anayasa meselesi konuşuluyor, tartışılıyor, gündemde tutuluyor.

Artık burada yapılması gereken yeni anayasa çağrılarına kulak tıkayan, oyalayıcı, topu taca atıcı tavırlar yerine, samimi bir şekilde tekliflerin ortaya konulmasıdır. Yeni anayasa ne kadar geniş temsil kabiliyetine sahip bir yapı tarafından inşa edilirse, tatbiki, uygulaması da o derece güçlü, o derece gerçekçi olur.

Bunun için gerek Meclis’te temsil edilen diğer partilerin, gerekse farklı görüşlere, düşüncelere sahip kesimlerin sesi olan siz sivil toplum kuruluşlarının yeni anayasa sürecine dahil olmalarını özellikle bekliyoruz. ‘Bârika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar’ diye biliyorsunuz bir söz var; yani hakikatin ışığı, gerçeğin ışığı, farklı fikirlerin çarpışmasıyla ortaya çıkar. Şimdi sizler bunu yapıyorsunuz, yani çoğunlukçu değil çoğulcu bir anlayışla yeni anayasanın hazırlanmasını arzu ediyoruz.

Anayasa metinleri bir toplum sözleşmesidir, öyle de olmalıdır. Oysa bizdeki anayasa metinleri dayatmadır, darbe direktifleri olarak hazırlanmıştır. Burada bulunan herkes 1960’dan itibaren darbecilerin hazırladıkları anayasalarla hayatlarını geçirdiler, hayatımızı geçirdik. Gelin darbecilerin değil bizatihi bu milletin, onun temsilcilerinin yaptığı bir anayasayı bizden sonraki nesillere armağan edelim. Bu yeni anayasa ruhuyla, diliyle, yöntemiyle milletimizin birikimini, kültürünü, tarihini, özlemlerini yansıtan bir metin olmalıdır. Bu anayasaya baktığımız zaman millet kendini görmelidir, geleneklerini görmelidir, tarihini görmelidir.

Hukukta usul, bilimde yöntem en az esas kadar, içerik kadar önemlidir. Bu bakımdan yeni anayasanın yapımındaki usulü çok iyi belirlemeliyiz. 2011’deki yöntemin sonuç vermediğini gördük. O kadar ilginç ki, dört parti üçer temsilci veriyorsun ve daha sonra 47 madde üzerinde mutabakat sağlanıyor. Ve çıkıyor ana muhalefetin başı diyor ki; ‘Gelin bunları hiç olmazsa Meclis’ten geçirelim.’ Ve arkadaşlarıma diyorum ‘Gidin görüşün, hadi bunu hemen halledelim.’ Gidiyorlar, ‘Dört partinin de buna onay vermesi lazım.’ deniyor. ‘Dört parti temsilcisinin işte burada onayları var, bak buraları paraf ettiler’ diyor arkadaşlarımız. ‘Yok genel başkanlar da bu işe onay vermesi lazım.’ deniyor.

Değerli kardeşlerim,

İnanmak, dürüst olmak, bu başka bir şey; çok önemli. Aradan tekrar başlanıyor, 60 maddeye geliniyor, bu defa ben söylüyorum arkadaşlarıma; ‘Gidin bir daha dolaşın, eğer bu işe evet diyeceklerse evet desinler şu 60 maddeyi çıkartalım, ondan sonra yola yine devam edelim.’ Aynı cevap, ‘Diğer partilerin de buna evet demesi lazım.’ deniyor. Arkadaşlarımız, ‘İşte 60 maddede dört parti temsilcilerinin onayı var, bu temsilciler burada kim adına var? O partiler adına var ve buna da onay verdiklerini paraflayarak söylüyorlar.’ Diyor. ‘Yok, genel başkanların buna evet demesi lazım.’ diyorlar. Ve yine yapılmıyor. Şu anda 60 madde bu şekliyle duruyor. Kimin dürüst olduğunu, kimin akşam başka, sabah başka olduğunu öğrenmek bakımından aslında bu 60 maddelik o çalışma çok önemli bir ispattır.

Şimdi sivil toplum kuruluşlarımız aracılığıyla milletimizin tüm kesimlerini de içine alacak bir anayasa yazım süreci yürütmeliyiz. Seçkinci değil kapsayıcı, böyle bir anayasa metnini ancak bu şekilde ortaya çıkarabiliriz. Hani zaman zaman diyorum ya Türk tipi başkanlık, bunu diyorduk ya… İşte bu konuda da Türkiye modeli anayasayı hazırlama başarısını ortaya koyabilmeliyiz. Bu millet içinden bir anayasa yazabilecek, yapabilecek kadro bugüne kadar hazırlayamadı mı?

Millet hazır da, ‘ben elitim’ diye geçinenler, siyasetçiler buna tam hazır değil; sıkıntı burada. Yoksa millet hazır, millet zaten meydanlarda hep kükrüyor, bunu bekliyor. Bize göre milleti merkeze alan, insanı yaşat ki devlet yaşasın ilkesiyle ifade ettiğimiz, kadim yönetim geleneğimize yaslanan bir anayasa Türk tipi anayasadır.

Değerli kardeşlerim;

Yeni anayasa çalışmalarında üzerinde en çok tartışılacak hususlardan biri, hiç şüphesiz güçler ayrılığı meselesi olacaktır. Esasen yasama organı olan Meclis’imiz gazi bir meclistir, kurucu bir meclistir. Yasama organı olan Meclis’in asli alanına yoğunlaşmasını bir defa sağlamalıyız. Dolayısıyla bu hususta çok fazla bir sıkıntı yaşayacağımızı sanmıyorum.

Hukukun üstünlüğü konusunda da hiç birimizin itirazı olamaz. Ha kanunların üstünlüğü derseniz orada itirazlar olur, onu söyleyeyim, ama hukukun üstünlüğünde kimsenin itirazı olamaz. Yargı organlarıyla yasama ve yürütme arasında eskiden beri süre gelen sıkıntıların temelinde mevcut anayasanın, güçlerin uyumunu değil, çatışmasını esas alan anlayışı vardır. Yeni anayasanın ruhu çatışma yerine uyum ve denge, birbirilerini yıpratma yerine birbirlerini destekleme mantığıyla oluşturulduğunda bu sıkıntı kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Yürütme meselesi sanıyorum yeni anayasa çalışmalarının düğüm noktasını teşkil edecektir. Biz parlamenter sistemin ülkemizde miadını doldurduğuna iniyoruz. Yeni Türkiye’nin inşası sürecinde yeni anayasaya ve onunla birlikte hayata geçirilecek başkanlık sistemine ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.

Ekranları başında bizleri izleyen sevgili milletime özellikle sesleniyorum; şu yanlışı peşinen düzeltmek istiyorum: Başkanlık sistemi Tayyip Erdoğan’ın kişisel meselesi değildir, bunu böyle bilelim. Bu sistemi Cumhurbaşkanlığımda da konuştum, Başbakanlığımda da konuştum, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğum zaman da konuştum, buna yeni başlamadım. Biz dersimizi iyi çalışıyoruz. Benim bu konuyu gündeme getirmem Türkiye’nin hedeflerine ulaşabilmesi için böyle bir yönetim sistemine sahip olması gerektiğine olan samimi inancımdan kaynaklanıyor. Başkanlık sistemi tartışmasını akıl süzgecinden geçirmek yerine şahsıma indirgeyen, bu basitliğe düşen herkes, ülkemize ve milletimize karşı büyük bir vebalin içine girer. Konu şahıs değil, ülkenin geleceği meselesidir. Şayet Türkiye’nin geleceği için başkanlık sistemi doğru bir tercih olacaksa, hiçbir komplekse, hiçbir önyargıya kapılmadan bunun tartışılması ve hayata geçirilmesi gerekir.

Esasen ülkemizde başkanlık sistemi tartışmaları yeni değildir, 93 yıla yaklaşan Cumhuriyetimizin her döneminde bu mesele konuşulmuş, tartışılmış, çeşitli yönleriyle ele alınmıştır. Darbe anayasalarının gölgesinde geçen son 56 yılımızda da bu tartışma hiç eksik olmamıştır. Turgut Özal başta olmak üzere hepsini de rahmetle andığımız siyasi liderlerimizin hemen tamamı, Süleyman Demirel, merhum Erbakan, merhum Türkeş, hepsi, başkanlık sistemi konusunda olumlu görüş bildirmişlerdir. Şimdi onların arkasından gelenler tamamen onlara ters uygulama veya ifade beyanında bulunuyorlar.

Bugün Türkiye tarihinde ilk defa olağanüstü bir dönemin dayatması olarak değil, milletin kendi tercihi, kendi talebi olarak yeni anayasasını ve yönetim biçimi olarak da başkanlık sistemini tartışabilmektir; bu bizim için en büyük avantajdır. Sadece bu iklim bile ülkemiz için başlı başına bir kazançtır.

Yapmamız gereken nedir? Bir; halkımızın yeni anayasa veya başkanlık sistemiyle ilgili daha da bilgilendirilmesi… İki; televizyonlarda, gazetelerde bunun anlatımı ve bu konuda milletimizin bir an önce, evet, bilgilendirilmesi büyük önem arz ediyor. İşte STK’lar bu adımı atmış durumdalar. Bununla kalmayacak, üniversitelerimizin başta hukuk fakülteleri olmak üzere, uluslararası ilişkilerde vesaire, ekonomi, iktisat fakültelerinde bunlar artık tartışılır noktaya geldi ve oralarda da paneller, sempozyumlar başlıyor, başlayacak.

Başkanlık sistemi konusundaki bir diğer önemli avantajımız, 10 Ağustos 2014 tarihi itibarıyla cumhurbaşkanının doğrudan millet tarafından seçilmeye başlanmış olmasıdır; adım atıldı, bu iş yürüyor. Ülkemizde bu sistemle seçilen hiçbir cumhurbaşkanının siyasi gündemden tecrit edilmiş bir şekilde sadece sembolik konumda bulunması düşünülemez.

Değerli kardeşlerim,

Aslına bakılırsa Meclisin seçtiği cumhurbaşkanlarının da tümüyle siyasi gündemin dışında kaldığını, yetkilerini tarafsızlık içinde kullandığını söyleyebilmemiz de mümkün değil. Kendimizi aldatmayalım, böyle bir şey olamaz. Bu gerçeği bizzat kendimiz 2003-2007 yılları arasında tecrübe ettik.

Değerli kardeşlerim,

Cumhurbaşkanını doğrudan halkın seçmesiyle bu fiili durumun da ilerisine geçen yeni ve çok önemli bir gerçekle karşı karşıyayız. Bu gerçek, artık cumhurbaşkanlarının siyasi bir güç olarak görevlerini yürütecek olmasıdır. Seçim sürecinde iç ve dış politika alanlarında pek çok değerlendirme yaparak, taahhütte bulunarak göreve gelen Cumhurbaşkanı, hiç kimse kusura bakmasın, sözlerinin arkasında durmak zorundadır. Sandıktan çıkan Cumhurbaşkanının bir kenarda oturmasını bekleyen bu milleti tanımıyor, siyaseti de bilmiyor demektir; işin aslı budur. Türkiye’nin cumhurbaşkanının seçim sistemi konusunda geriye gidişi kesinlikle söz konusu olamaz. Böyle bir duruma en başta milletimiz izin vermez, benim tanıdığım bu millet izin vermez, ben böyle tanıyorum bu milleti.

İleriye doğru atılmış bu önemli, ancak yarım kalan hamleyi tamamlayacak olan başkanlık sistemine geçmemizdir. Mevcut sistemimiz bir anormallik halidir, hem seçilmiş başbakan, hem seçilim cumhurbaşkanıyla bu sistemin yürümesi fevkalade güçtür. Hadi bugün biz aynı siyasi gelenekten gelen, uzun yıllar mesai arkadaşlığı yapmış Cumhurbaşkanı ve Başbakan olarak uyum içinde çalışıyoruz. Ama aynı siyasi gelenekten gelmemiş bir cumhurbaşkanıyla da ben çalıştım, ne getirdiğini, ne götürdüğünü biliyorum. Damdan düştüm, biliyorum.

Aynısı yarın cumhurbaşkanı farklı, başbakan farklı önceliklere sahip değişik siyasi anlayışlardan olursa bu iş nasıl yürüyecek? Bunu biz rahmetli Özal’la rahmeti Demirel’de görmedik mi? Gördük. Nasıl birbirlerine saldırılar olduğunu görmedik mi? Gördük. Biz bunlardan ders çıkarmayacak mıyız? Çıkarmamız lazım.

Geçmiş dönemlerde Meclis’in seçtiği cumhurbaşkanlarının dahi bu tür durumlarda hükümetlere nasıl güçlük çıkardığını milletimiz gayet iyi biliyor. Sandıktan çıkan cumhurbaşkanları bundan sonra her konuda çok daha etkin olacak, çok daha cesur davranacaktır. Öyleyse yapmamız gereken, bu kriz halinin ortaya çıkmasını, yaşanmasını beklemeden bugünden tedbiri almak, yarım kalan işi tamamlamaktır, yani başkanlık sistemine geçmektir.

Yeni anayasanın bu anlayışla hazırlanması en doğrusudur. Bu ihtiyacı tümden dışlayan bir yeni anayasa sürecinin sakat doğacağı da açıktır. Benim teklifim, karanın milletimize bırakılmasıdır. Hem Parlamento bu noktada bir karar vermelidir, ama Parlamentonun kararı arkasından da millete gidilmelidir ve nihai kararı vekiller değil, asıl millet vermelidir.

Başkanlık sisteminin ne olduğu, nasıl uygulanacağı meselesi gerçekten çok geniş bir tartışma alanıdır. Dünyada bu sistemin çok farklı uygulamaları var. Biz bunların hepsini de inceleyip kendi ihtiyaçlarımıza, kültürümüze uygun, mevcut birikimlerimizden de azami düzeyde faydalanarak yeni ve gerçekçi bir sistem oluşturmalıyız. Tabi bu durum mahalle yönetiminden ülke yönetimine kadar tüm sistemin yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Türkiye’nin bu yeniden yapılanma ihtiyacı zaten hat safhadadır. Halkın seçtiği ve halka hesap veren yöneticilerin egemen olduğu bir sistemin 40 yıllık siyasi tecrübeme dayanarak milletimizin talebi olduğunu görüyorum, biliyorum, bunu başaracak birikime ve ferasete sahip olduğumuza da inanıyorum.

Değerli kardeşlerim,

‘At sahibine göre kişner’ diye güzel bir atasözümüz var. Hiç şüphesiz her sistemi işletecek olan, orada sorumluluk üstlenecek kişilerdir. İyi bir yönetici vasat bir sistemle de güzel işler başarabilir; ama iyi bir sistem vasat yöneticilerle de işlerin belirli bir düzeyin altına düşmeden yürümesini sağlayabilir. Bizdeki mevcut sistem maalesef dalgalanmalara, istikrarsızlara, krizlere çok açıktır. Bunun bedelini fert fert ve toplum olarak, millet olarak ödüyoruz.

Bakınız, 1994 ve 2001 krizleri, dünyada sorun yaşanmadığı, her yerde işlerin yolunda gittiği dönemlerde ülkemizin kendi iç dinamikleri sebebiyle ortaya çıkan krizlerdir. Buna karşılık 2008 yılında dünyada başlayan finansal kriz gelişmiş ülkeler dahil pek çok devleti hala etkisi altında tutuyor. Aynı kriz Türkiye’yi ise benim deyimimle teğet geçti. Niçin biliyor musunuz? Çünkü Türkiye istikrar ve güven ortamının hakim olduğu bir ülkeydi. Eğer güçlü bir tek parti hükümetine sahip olmasaydık küresel finans krizinin bizi nasıl bir duruma düşüreceğini düşünmek dahi istemiyorum. Türkiye geçmişten beri maruz kaldığı siyasi istikrarsızlıkların bedelini ekonomik ve sosyal krizlere maruz kalarak ödemiştir.

Yine Türkiye 2002 yılı Kasım ayından bugüne kadar şu geçen 13 yılda Cumhuriyet döneminin daha önceki 79 yılına denk, hatta pek çok alanda onları katbekat aşan hizmetlere kavuşmuştur. Bu başarının gerisindeki en önemli unsurların başında istikrar ve güven ortamının kesintisiz şekilde sürdürülmesi geliyor. Ve burada kadronun çok büyük önem arz ettiğini de söylemem lazım. Eğer mevzuat amcayla bu işi yürütmeye kalksaydık biz yanmıştık. Onu kendimize uydurduğumuz için bu işi başardık. Onu bizi bağlayıcılığına evet demediğimiz için bu işi başardık. ‘Acaba bu bana ne getirir veya beni nereye götürür’ diye düşündüğümüz için bu işi başardık. Ama birileri de, -ki hep söylerim ya bürokratik oligarşi diye- bürokratik oligarşi de getirir senin önüne mevzuatı yasaları koyar ve sen de bunun altından kalkamazsın. Hele bir de siyasetçiysen yanmışsın, bu iş başarılmaz.

Geçtiğimiz yıl 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında bu konuda bedelini hala ödediğimiz bir tereddüt yaşandı mı? Yaşandı. Her taraf kan gölüne döndü mü? Döndü. Niye? İşte açık ortada, hemen şöyle bir koalisyon zemini ortaya çıktı, bunu fırsat bilen yamyamlar ülkemizi kan gölüne döndürdü. Başkanlık sistemi sağladığı mutlak istikrar ortamı ile Türkiye’yi bu tür sıkıntılardan, risklere koruyabilme özelliğine sahiptir, onun sigorta sistemleri çok daha güçlüdür.

Milletin seçtiği başkanın görev süresi boyunca ne hükümet krizi, ne seçim, ne de benzeri ani bir makas değişikliği söz konusu olmayacağı için orta ve uzun vadeli programların kararlılıkla uygulaması kolaylaşacaktır. Tamamen başkanın sorumluluğunda işleyecek yürütmenin, özellikle bu yürütmenin yükünden kurtulacak yasama ve yargı organları da kendi görevlerini çok daha titizlikle yerine getirme imkanına kavuşacaklardır.

Değerli kardeşlerim,

Yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmaları birtakım kesimler tarafından kasıtlı olarak üniter yapımızla, ülke bütünlüğümüzle, milli birliğimizle ilişkili hale getirilmeye çalışılıyor. Halbuki biz ne diyoruz? Tek millet diyoruz. Hangi kökenden ve meşrepten olursa olsun -şu anda 79 milyona nüfusumuz hamdolsun yaklaştı- tek millet… Ardından ne diyoruz? Tek bayrak… rengini şehidimizin kanından alan bayrağımızda başka bir bayrak asla bu semalarda dalgalanamaz diyoruz. Üçüncüsü, tek vatan… 780 bin kilometrekare vatan toprağı üzerinde herhangi bir operasyona, herhangi bir ameliyata asla göz yumamayız diyoruz. Dördüncü olarak ne diyoruz? Tek devlet… Adı ve söylemi ne olursa olsun hiçbir devlet, paralel devlet veya paralel yapı, bunlara izin vermeyiz, veremeyiz.

Nasıl sözde cemaat adı altında devlet içinde bir paralel yapı oluşturmak isteyenlere dünyayı dar ediyorsak, özerklik adı altında, özyönetim adı altında devlet içinde devlet kurmaya çalışanların da dünyayı başlarına yıkarız; bunun böyle bilinmesi lazım.

Sevgili kardeşlerim,

Biz bu şekilde tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet derken, meseleyi bölünme, parçalanma edebiyatıyla ele alanlar, açık söylüyorum, kesinlikle art niyetlidir, hatta bölücünün başta gidenidir; bunu böyle biliniz.

Biz, ‘Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.’ diyen bir Peygamberin ümmetiyiz. Biz sadece ülkemizi daha büyütmenin, milletimizi daha güçlendirmenin çabası içinde olabiliriz. Bugüne kadar da bu şekilde hareket ettiğimizin şahidi milletimiz, yani sizlersiniz. Bu topraklarda milli ve yerli olan ne varsa, kim varsa, hepsinin de başımızın üzerinde yeri vardır. Aynı şekilde ülkemizin ve milletimizin karşısında kim varsa, ne varsa onunla mücadele etmek de bizim namus borcumuzdur, bunun böyle bilinmesini istiyorum.

Çünkü bu memleket sahipsiz değil. Bu devlet, dikkat edin altını çiziyorum, köksüz değil. Bu millet balık hafızalı değil. Emanetçisi olduğumuz değerlerin kıymetini çok iyi biliyoruz. Arif Nihat Asya ne diyor? “Şehitler tepesi boş değil, toprağını kahramanlar bekliyor. / Ve bir bayrak dalgalanmak için rüzgar bekliyor. / Destanı öksüz, sükutu derin meçhul askerin. / Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye. / Yattığı toprak belli, tuttuğu bayrak belli, kim demiş meçhul asker diye.”

Bizim ecdadımızın yattığı toprak belli, tuttuğumuz bayrak belli. Allah’ın izniyle dalgalanmak için bekleyen bayrağımızı rüzgarsız bırakmayacağız. Şehitlerimizin, gazilerimizin fedakarlıklarının hakkını verecek, ülkemizi 2023 hedeflerine ulaştıracak, 2053 ve 2071 vizyonumuzu hayata geçireceğiz.

Bu duygularla Türkiye Anayasa Platformu’na, platformu oluşturan ve destek veren tüm sivil toplum kuruluşlarımıza bir kez daha şahsım, milletim adına şükranlarımı sunuyorum. Yeni anayasa için ortak değeri insan onuru, ortak hedefi güçlü ve büyük Türkiye olan herkese yaptığınız çağrınıza milyonların karşılık vereceğine inanıyorum, bundan hiç şüpheniz olmasın.

Sevginiz, dostluğunuz, ahde vefanız için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum, Allah yar ve yardımcınız olsun, sağlıcakla kalın diyorum.