Çok değerli muhtarlarımız,
Değerli kardeşlerim;
Sizleri en kalbi duygularımla selamlıyorum. Cumhurbaşkanlığı Külliyesine, milletin evine hoş geldiniz.
Muhtarlarımızla ocak ayından beri sürdürdüğümüz toplantıların bugün 9’uncusunu gerçekleştiriyoruz. Bu toplantılar vesilesiyle ülkemizin her köşesinden muhtarlarımızla hasbihal etme, hasret giderme imkânı bulduk. Bugün de Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Erzincan, Erzurum, Hakkâri, Iğdır, Malatya, Muş, Tunceli, Batman, Şanlıurfa ve Ankara’dan gelen siz kıymetli muhtarlarımızla birlikteyiz. Hedefimiz; ülkemizdeki muhtarların tamamıyla bu şekilde biraraya gelerek hasbihal etmek ve soframızı paylaşmaktır.
Sözlerimin hemen başında sizlere içinde bulunduğumuz Cumhurbaşkanlığı Külliyesiyle ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum: Toplantımızı yaptığımız bu salonun bulunduğu bina, Cumhurbaşkanlığı Külliyemizin bir anlamda vitrinidir. Resmi törenleri, resmi kabulleri ve diğer çalışmaları buradan yönetiyoruz. Yanlarındaki iki blokta ise Cumhurbaşkanlığı birimlerinin çalışma ofisleri yer alıyor. Hemen karşımızda Ramazan ayında açılışını yaptığımız bu bölgeye ve Ankara’ya yakıştığına inandığımız Millet Camimiz bulunuyor. Camimizin yanında yer alan kongre merkezinin inşası halen sürüyor. İnşallah onu da yılsonuna kadar hizmete açmış olacağız. Daha aşağıda ise 2 bin kişilik yemekli toplantılarımızı yapabileceğimiz, aynı zamanda içinde sergi salonlarının da yer aldığı çok amaçlı bir bina inşa edeceğiz. Ve hemen onun yanında, içinde 5 milyon cilt kitabın bulunabileceği 24 saat halkımıza, öğrencilerimize ve araştırmacılarımıza hizmet verecek ülkemizin en büyük kütüphanesini inşa edeceğiz. Bu iki eserin proje çalışmaları sürüyor. Biter bitmez inşaatına başlayacağız. Camimiz, kongre merkezimiz, çok amaçlı binamız ve kütüphanemiz herkesin kullanımına açıktır. Ülkemize ve Ankara’ya milletimiz için iftihar kaynağı bir külliyeyi kazandırmış olmaktan memnuniyet duyuyorum.
Değerli kardeşlerim,
Bugün aramızda ağırlıklı olarak Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgemizden muhtarlarımız bulunuyor. Sizlerle Türkiye’nin geçtiğimiz 12 yılının ve bugün yaşamakta olduğumuz sürecin samimi bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. Belki yaşı 30’un altında olan gençler görmedikleri için bilmiyor olabilir; ama sizlerin bir kısmı 1970’li yılları, hemen hepiniz de 1990’lı yılları çok iyi hatırlıyor olmalısınız. Türkiye’nin yokluk ve yoksulluk günlerini sizlerle birlikte yaşadık. Bugün sahip olduğumuz ve eksikliğini hayal dahi edemeyeceğimiz hizmetlerin pek çoğundan mahrum bir şekilde hayatımızı yaşamak zorunda kaldığımız o yılları asla unutmamalıyız. 13 yıl önce Türkiye’de 26 tane havalimanı vardı, ama hamdolsun şu anda bu havalimanlarının sayısı 55’e geldi. Ve artık her vilayetten neredeyse havalimanlarına gelmek suretiyle Ankara’ya, İstanbul’a ulaşmak mümkün. Biz insan değil miydik, niçin havayollarıyla seyahat etme imkânımız yoktu? George uçuyordu, Helga uçuyordu da, Ahmet, Fatma niçin uçamasın? Böyle bir dertleri var mıydı acaba geçmiştekilerin? Maalesef böyle bir dertleri olmamıştı. Ama biz dertliydik, dertli olduğumuz için de bunu başardık. Düşünün, denseydi ki 15 yıl önce ‘Iğdır’a havalimanı açılacak, Hakkâri’ye havalimanı açılacak, Kars’a havalimanı açılacak, Muş’a havalimanı açılacak, Ağrı’ya havalimanı açılacak’, inanır mıydınız? ‘Mümkün değil, yok canım, buraya kim gelir? Batı dururken Güneydoğu’da, Doğu’da bunların işi ne?’ Hep böyle baktılar, böyle değerlendirdiler. Ama biz yola çıkarken öyle düşünmedik. Biz tek vatan dedik, ‘batıda ne varsa doğuda da olacak, kuzeyde ne varsa güneyde de o olacak’ dedik. ‘780 bin kilometrekarelik vatan topraklarımızın hepsinde bizim vatandaşımız tek millet anlayışıyla bundan istifade edecek’ dedik. Şu anda bunlar var mı? Var. Hala devam ediyor mu? Ediyor. Çünkü biz bu milleti seviyoruz, biz bu vatan topraklarını seviyoruz. Ama sevmeyenlerin de olduğunu bu arada görüyoruz. İnsan hakları, işkence, özgürlükler, can ve mal emniyeti bakımından kâbus gibi yıllar yaşadığımızı hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım.
Bakın şimdi yeniden ne yaptılar? Buna başladılar mı? Başladılar. Bugünkü toplantıyla alakalı olarak bile ben birçok muhtarımızın tehdit edildiğini biliyorum. Gelmek istedikleri halde tehdit edildiklerini biliyorum. Ve bundan dolayı gelemeyen muhtarlar olduğunu da biliyorum. Muhtar kim? Memur mu? Muhtar, seçilmiştir. Kim tarafından? Halk tarafından. Cumhurbaşkanı nasıl halk tarafından seçiliyorsa, muhtar da aynı şekilde halk tarafından seçildiği için benim indimde, benim inandığım demokraside seçilmiş atanmışa göre daha üstündür. Demokrasiye inananların hepsi bu işi böyle yorumlar. Ama demokrasiye inanmayanlar, ‘Hayır, oraya seni ben atadım, ben ne dersem onu yapacaksın.’ diyor. Şimdi silahı doğrultanlar aynı şeyi söylemiyor mu? Onlarda hiçbir bu noktada böyle bir değerlendirme yok; çünkü bu noktada onların zaten itikadi bir derdi de yok.
Ret, inkâr ve asimilasyon politikalarının tüm ağırlığıyla milletimizin üzerine çöktüğü o kara günleri bir ibret vesikası olarak zihnimizde canlı tutmalıyız. 13 yıl önce biz göreve gelirken ‘Olağanüstü Hal’ var mıydı? Vardı. Peki, Olağanüstü Hal’i 1 ay içerisinde kaldırmadık mı? Biz kaldırdık ve o zaman Güneydoğu’yu dolaşırken, Doğu’yu dolaşırken bütün oralardaki vatandaşlarım bize şunu söylüyordu: ‘Olağanüstü Hal’i kaldırın yeter.’ Kaldırdık, peki yetti mi kardeşlerim? Ondan sonra neleri konuştuk, neleri hasbihal ettik. Televizyon dediler, 24 saat yayın başlattık mı? Başlattık. Kendi dilimizde propaganda başlattık mı? Başlattık. Üniversitelerde enstitüler kuruldu mu? Kuruldu. Bütün bunların yanında değerli kardeşlerim; bu ülkede Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Abhaza vesaire bu ayrımlar ortadan kaldırıldı mı? Kaldırıldı. Altyapı-üstyapı yatırımları yapıldı mı? Yapıldı. Yapılıyor mu? Yapılıyor. Bütün bu ayrımlar kalkmasına rağmen hala bu ülkede bu fidanlarımızın öldürülmesinin, şehit edilmesinin sebebi nedir? Her şey yapıldığı halde bunlar ne istiyor söyleyeyim: Bunlar değerli kardeşlerim, ülkemizi bölmenin gayreti içindeler.
Ekonomik yıkımların ardı ardına geldiği, güven ve istikrar ortamının yerle yeksan olduğu Türkiye günleri, hamdolsun bugün yok. Ama onlar bunu hazmedemiyorlar. İşte biz böyle bir dönemin ardından milletimizin teveccühüyle ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlendik, kolları sıvadık. Her alanda çok köklü reform politikalarını hayata geçirmeye başladık. Düşünün şu anda Türkiye’nin 81 vilayetinin tamamında değerli kardeşlerim; üniversitelerimiz var mı? Var. Peki daha önce? Daha önce böyle bir şey yoktu. Hele hele Güneydoğu’da falan üniversite 13 yıl önce söylense, ‘Yok canım, üniversite buraya nereden gelecek’ denirdi. Geldi. Şimdi en ücra köşedeki benim bir Kürt kardeşim evladını oradaki üniversiteye gönderebiliyor mu? Gönderebiliyor. Ama bunlar o üniversiteleri bile yakmanın, yıkmanın gayreti içindeler. Okulları yakanlar bunlar, hastaneleri yakanlar bunlar, camilerimizi yakanlar-yıkanlar bunlar. Bunlara karşı ortak bir mücadeleyi sürdürmek için sizlerle bir aradayız, bunu beraber yapacağız.
Bir taraftan ekonomiyi düzlüğe çıkarma ve milletimizin refahını yükseltme çabası içinde olduk, diğer yandan da demokrasinin ve özgürlüklerin alanını genişletme mücadelesi verdik. Ama biz emri dağdan almadık, biz emri Hakk’tan ve halktan aldık; farkımız buydu. Bu süreçte karşılaştığımız zorlukları, önümüze çıkartılan engelleri, kurulan tuzakları uzun uzun anlatmayacağım; sizler hepsine de şahit oldunuz, hepsini de gayet iyi biliyorsunuz. 27 Nisan Bildirisi de, Gezi olayları da, 17-25 Aralık darbe girişimi de, yaşanan son terör olayları da hep aynı amaca yöneliktir; Türkiye’nin önünü kesme, büyümesini, gelişmesini, güçlenmesini engelleme çabalarını dışarıdan olduğu kadar maalesef içeriden de destek buldu. Bu badirelerin tamamını da milletimizin desteğiyle aştık. Bugün önümüzde duran meselelerin çözüm adresi de yine milletimizdir, milletimizin iradesidir.
Değerli arkadaşlar,
Geçtiğimiz 12 yıllık dönemde birliğimizi-beraberliğimizi, kardeşliğimizi güçlendirmek için çok samimi gayret sarf ettik. Bu uğurda çok ciddi riskler aldık. Demokratik açılım adıyla başlattığımız çalışmaları önce milli birlik ve kardeşlik projesine, ardından da çözüm sürecine dönüştürdük. Bölgenin kalkınması, gelişmesi, refah düzeyinin artması için çok ciddi yatırımlar hayata geçirdik. Sadece 79 senede 6100 kilometre bölünmüş yol yapılmışken değerli kardeşlerim; biz 12 yıla 17 bin kilometre bölünmüş yol sığdırdık. Niye? İstedik ki bizim Erzurum’daki, Ağrı’daki, Kars’taki, Iğdır’daki, Hakkâri’deki velhasıl kardeşlerimiz yolu olmayan bir şehir kalmasın. Şu anda Muş’ta var mı bu? Var. Bitlis’te var mı? Var. O dağları deldik mi? Deldik. Değerli kardeşlerim, kimin aklından geçerdi, bu dağlar delineceği? Ve bu dağları delmek suretiyle yaz-kış demeden buralardan rahatlıkla geçilebilecek. İşte bunlar halledildi.
Bakınız sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 12 yılda yapılan yatırımların tutarı ne biliyor musunuz? 260 milyar, eski rakamla 260 katrilyon yatırım yaptık Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya. Ben laf değil icraatı söylüyorum, yaptıklarımızı söylüyorum. Ulaşımdan toplu konuta kadar her alanda bölgenin çehresini değiştirdik, yılların ihmallerini telafi ettik. Sadece şu Van’da 17 katrilyon yatırım yaptık, yeniden Van inşa ettik. Sadece deprem olayında düşünebiliyor musunuz 1,5 yılda, 2 yılda Van’ı yeniden inşa ettik, sadece depremle ilgili yaptığımız yatırım 5 katrilyon. Erciş’e gittiğiniz zaman yeni bir Erciş görürsünüz. Edremit, adeta böyle denize nazır, -ben Van Gölü’ne göl demiyorum- bir kent inşa ettik. Ha, kadir kıymet bilen var, bilmeyen var, herhalde onlar da sonunda anlarlar. Bu adımları da attık. Niye? ‘At denize, balık bilmezse Halik bilir’ dedik, böyle yürüdük, yaklaşım tarzımız bu. Niye? Yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevdik. Yani bu Türk’tür, Kürt’tür, Laz’dır, Arap’tır diye bakmadık buna, Roman’dır diye bakmadık; karşımızdaki insandır, buna baktık. Ve onun için de ret, inkâr ve asimilasyon politikalarını tamamen ortadan kaldırmaya yönelik adımlar attık. Televizyon yayınlarından isimlere kadar her alanda yasakları ortadan kaldıran, özgürlüklerin önünü açan düzenlemeler yaptık.
Açık söylüyorum; bu süreçte devlette, hükümette huzur ve kardeşlik ikliminin tesisi için üzerine düşenleri ziyadesiyle yerine getirmiştir. Milletimiz de sabırla, metanetle ve umutla bu sürece gerekli desteği vermiştir. Ancak örgüt ve onun güdümündeki parti ortaya çıkan bu güzel iklimi yalanla, kurnazlıkla, şımarıklıkla zehirlemiş, tercihini şiddetten ve baskıdan yana kullanmıştır. Dün devletin zulmünden, şiddetinden, baskısından şikâyet edenler, bugün demokrasi ve özgürlük ortamını istismar ederek aynı yöntemlere kendileri tevessül ediyorlar. Bugün bölgede devletin değil örgütün şiddeti var, zulmü var, baskısı var. 6-8 Ekim olaylarını hatırlayın. Ölen de Kürtlerdi, öldüren de Kürtlerdi. Aksini söyleyebilir misiniz? Bugün de yaşanan hadiselerde hayatlarını kaybeden vatandaşlarımız hep bölgenin kendi insanları değil mi? Kendi insanları. Teröristler, hasta taşıyan ambulansa saldırır, mağdur olan bölge insanı... Hasta taşıyan ambulans bu, yakıyor ambulansı. Teröristler malzeme taşıyan kamyonları yakar, mağdur olan yine bölge insanı… O kamyon, o tır, ya bunlar benim değil, bölge insanının. Teröristler yollara mayın döşer, sokakları kazar, ulaşımı engeller, mağdur olan yine bölge insanı, orada yaşayanlar... Okul yakılır, sağlık ocağı, hastane taşlanır, itfaiye aracı engellenir, kan toplama aracı tahrip edilir, kepenkler indirilir, baraj inşası engellenir, trafo havaya uçurulur, bütün doğalgaz hatları patlatılır, zarar gören hep bölge insanı… Burada bölgede yaşayan vatandaşlarımıza, özellikle de siz muhtarlarımıza çok önemli görev düşüyor. Teröristlerin bu taşkınlıkları, bu eylemleri karşısında vatandaşlarımız devletinin, güvenlik güçlerinin yanında yer almak durumundadır.
Değerli kardeşlerim;
Bir tercih var, ‘ben devletimin yanındayım’ veya ‘terör örgütünün yanındayım’; bu tercihi yapacağız. Öleceksek bir kere ölelim, ama adam gibi ölelim; mesele bu. Bir köyde, bir kasabada, bir ilçede eğer teröristler halkın arasına karışarak rahatça hareket edebiliyorsa, burada bölge insanı da üzerine düşeni yapmıyor demektir. Geçen de söyledim bundan önceki muhtarlar toplantısında, malum bir gazete, ismini de rahatlıkla veriyorum, Cumhuriyet Gazetesi, ‘halkı şikâyet etti’ diyor. Söylüyorum; muhtar kendi mahallesinde, kendi köyünde hangi evde kim oturuyor bunu bilmeyecek mi, bilmez mi? Bilecek. Bu terörist midir, değil midir, bunu bilmez mi? Bilir. Ha bunu oradaki en yakın güvenlik gücüne, karakoluna bildirecek. Çünkü muhtarın bu noktadaki atacağı adım devleti güçlü kılacaktır. Devletin güçlü olması oradaki halkımızın huzuru için, refahı için mutlaktır, bunu yapacağız, buna mecburuz. Aksi takdirde terör şehir merkezinde değerli kardeşlerim, can alıyor, buna fırsat veremeyiz.
Devlet ve Hükümet sonuna kadar tercihini bilesiniz ki kardeşlikten ve huzurdan yana kullanmıştır. Nitekim yeniden çatışmaları başlatan devlet değil 11 Temmuz’da yaptığı açıklama ile bölücü örgüt olmuştur. Bu süreçte siyasetin imkânları ve diliyle hareket etmesi gerekenler ise maalesef örgütün şiddetten ve kandan yana olan tavrına teslim olmuşlardır. Aksini iddia eden yalan söylemektedir. Bölücü örgütün bombayla, silahla, molotofla, maskeyle, baskıyla gerçekleştirdiği eylemleri tevil yoluna gidenlerin durumu başını kuma gömen devekuşu gibidir. Oysa gerçekler tüm çıplaklığıyla ortadadır. Ama onlar kendi yalanlarına ve iftiralarına boğulmuş bir şekilde başka bir alemde yaşıyorlar, bunu da söylemek zorundayım.
Son seçimde her ne kadar üzerinde ciddi şaibeler olsa, aldıkları oyları demokrasiye değil teröre alan açmak için kullananlar bunun hesabını millete de, adalete de vereceklerdir. Gelinen noktada örgüte değil devlete silah susturma çağrısı yapanlar da apaçık bir gaflet ve hatta hıyanet içindedir. Devletin güvenlik gücü silahtır, bırakır mı? Silah, onun enstrümanıdır. Niçin enstrüman bu? Halkının güvenliği için, halkının huzuru için bunu yapacak. Terörist silahı bırakacak. Sadece bırakmayacak, betona gömecek ve bu da tespit edilecek. Şimdi çıkmış, bunlar uyanık ya, ne diyor? ‘Silahlar sussun.’ Sakın ha, bu oyuna gelmeyin; ne demek ‘silah sussun?’ Silahı bırakıp betonla gömeceksin. Bak dünyada terör örgütlerine, bu böyle yaptırıldı. Silahı betona gömdüler, gömüldü, üzeri betonlandı ve bu da tespit edildi. Ya teslim, ya o.. Veyahut da bu ülkeyi terk… Çünkü bunlar bu ülkeye yakışmıyor.
Devlet ülkenin ve milletin güvenliği için her türlü silaha sahip olma ve gerektiğinde onu kullanma hakkına sahip olan yegâne yapıdır. Tabii bu yönde ifadeler kullananların asıl niyetleri başkadır. Kan döken, can alan silahları kullanan teröristlere sırtlarını dayadıklarını söyleyenler ve onları destekleyenler bu duruşlarıyla ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri bu vatanın sırtına hançer saplamanın peşindeler. Bu ihanete destek olan sözde aydın güruhu, köşe yazarları, yaşanan her ölümün, dökülen her gözyaşının sorumluluğuna ortaktır, bunlar ihanet içindedir. Ekmeğinin peşinde veya görevinin başında olan insanları hunharca öldüren teröristlere tek çift söz söylemeyip, bu teröristleri etkisiz hale getiren güvenlik güçlerine saldıranların yeri alçaklık çukurunun en dibidir. Vatan ve millet aidiyeti olmayan bu köksüz, ahlaksız, vicdansız güruh, sanmasın ki yaptıkları yanlarına kar kalacak. Milletimiz masum insanların ölümünü dahi kendi sapkın ideolojileri için kullanmaktan geri durmayan bu ‘belhum edal’ güruhuna hak ettiği dersi mutlaka verecektir.
Devletin ve hükümetin ne bölücü örgüte, ne onun güdümündeki partiye, ne de sözde aydın güruhuna karşı herhangi bir yükümlülüğü, herhangi bir borcu da yoktur. Bunu o köşe yazarlarına söylüyorum ha, o aydın geçinenlere söylüyorum, önünde birçok kariyeri olanlara da söylüyorum; sizin kalemlerinizden akan mürekkep, kandır. Benim için önemli olan, şehidimin o ulaştığı makamdır. En başından beri çözüm süreci muhatabı bizatihi milletin kendisiydi. Biz sözümüzü millete söyledik. Yaptıklarımızı da milletimiz için, onun aydınlık geleceği için yaptık. Bugün de tek sorumluluğumuz, yine milletimize karşıdır.
Ama şimdi ne diyorum? Bütün bu olaylardan sonra çözüm süreci artık buzdolabındadır. Milli birlik ve kardeşlik projesiyle biz yolumuza şu anda devam ediyoruz. Bu mesele kesinlikle bir al-ver meselesi, bir taviz meselesi değildir, bu bir demokrasi meselesidir. Hak ve özgürlük meselesidir, hatta Hakk ve batıl meselesidir, kalkınma meselesidir.
Böylesine ulvi temeller üzerinde yürüyen bir süreci, yeniden güvenlik ve asayiş sorunu haline dönüştüren terör örgütü olmuştur bunu böyle bilelim. Buna karşı çıkmayan siyasetçiler de, kendi var oluş gerekçelerini ortadan kaldıran bir duruma düşmüşlerdir. Siyasetin yolu demokrasiye ve kalkınmaya, terörün yolu ise kana, ölüme, acıya çıkar. Türkiye’nin önündeki bu meselenin birlik, beraberlik, kardeşlik, ortak gelecek ve ortak hedefler etrafında bütünleşme yoluyla çözüleceğine olan inancımı huzurlarınızda bir kez daha ifade etmek istiyorum. Terörde ısrar edenler hak ettikleri karşılığı görmektedirler ve görmeye devam edecekler. Anadolu coğrafyasında bin yıldır devam eden bu kutlu mücadele öyle görülüyor ki ilanihaye sürecektir. Söylüyorum, Kabil ile Habil arasında, katil kimdi? Kabil’di, kardeşi Habil’i ne yaptı? Öldürdü. Mücadele orada başladı. Ve öyle sürdü geldi ki Sevgili Peygamberimize kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim indi ve orada ‘Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz, onlar diridirler, ama siz bilemezsiniz’ hükmü geldi. Ha bu ne demektir? Demek ki bu mücadele kıyamete dek sürecek bir mücadele. Ama biz onlara hiçbir zaman ölü demeyeceğiz. Onlar diridir, onlar peygamberlikten sonra en yüce makam olan şehitlik makamındadır. Bu mücadelede kanlarıyla bu toprakların bir kez daha vatan olarak milletimize tescilini yapan tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Onların fedakârlıklarını milletimiz hiçbir zaman unutmamıştır, unutmayacaktır.
Değerli kardeşlerim;
Türkiye işte böyle bir ortamda hükümet kurma çalışmalarına sahne oluyor. Yapılan görüşmelerden sonuç alınamadığı için maalesef Türkiye henüz yeni hükümetine kavuşamadı. Bu durumda çözümü her zaman olduğu gibi yine millet iradesinde aramak durumundayız. Anayasada belirtilen sınırlar çerçevesinde bu süreci yürütüyorum, yürütmeye devam edeceğim. Ancak burada bir hususun altını özellikle çizmek istiyorum, Türkiye’nin önünde hükümet kurma sorunu var. Bununla birlikte ciddi bir terör sorunu var. Suriye sınırımızda yaşanan çok ciddi hadiseler var, aynı şekilde ekonomide atılması gereken adımlar var. Diğer alanlarda alınması gereken kararlar, yapılması gereken işler var. Bugün üzerinde konuşmamız, tartışmamız, çözüm yolları aramamız gereken öncelikli meseleler bunlar. Ama ülkemizde bir kesim tüm bunları gece-gündüz onları bırakarak şahsımı tartışıyor. Peki, şahsımla ilgili sorunları nedir diye baktığımızda, maalesef çocukça tespitler, çocukça tenkitler, çocukça kaprisler dışında bir şey göremiyoruz. Ne derseniz deyin. Ve bunlara bir şey sormak lazım: Sizin bu ülkede dikili bir ağacınız var mı? Siz bu ülkede hangi eseri yaptınız, şunu söyleyin? Yok. Ya bu ülkede 3,5 yıl iktidar ortağı oldunuz, ne yaptınız? Hiçbir şey yapamadan çekip gittiniz, siz kaçtınız, yönetemediniz.
Buyurun, şimdi bakıyoruz görev verdiğim Sayın Başbakan kendilerini ziyaret etti, dolaştı, bir netice yok ve dün akşam da iade etti. Kendi kifayetsizliklerinin, kendi başarısızlıklarının, kendi hayal kırıklıklarının faturasını şahsıma ve bulunduğum makama keserek sorumluluklarını unutturmaya çalışanlar beyhude uğraşıyorlar.
Biz en başından beri siyasette 81 vilayetin tamamını, 780 bin kilometrekare vatan toprağının her santimini kucaklayan, bunun için proje üreten, hizmet üreten, çözüm üreten bir anlayışı savunduk, savunmaya da devam ediyoruz.
Bugün de Türkiye’nin önündeki sorunları aşabilmesi için böyle bir yaklaşıma ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Bir başka ifadeyle, proje üreteceksiniz, hizmet üreteceksiniz, çözüm üreteceksiniz, yani siyaset yapacaksınız. Siyaset, işi gücü bırakıp Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsıyla, ailesiyle uğraşmak değildir. Kalkıp benim evladıma ismiyle ‘Bilal’i ver, iktidarı al’ demek değildir. Bu ne çirkin yaklaşımdır, sen ne biçim siyasetçisin? Eğer benim oğlumun yaptığı bir yanlış varsa, yaptığı bir yolsuzluk varsa, ha bunun hesabını soracak olan yargıdır, sen kimsin? Sen benim evladımla ilgili iktidar bağlantısını nasıl kurarsın? Nasıl böyle bir hakareti, böyle bir saygısızlığı yaparsın. Ama evladı olmayanların böyle bir saygısızlığı yapmasından daha başka bir şey de olmaz. Çünkü bunlar aile nedir bilmez, evlat nedir bilmez. Dolayısıyla hak, hakikat bilmek nedir bilmez. Sadece maalesef böyle kurusıkı hakaretlerle bu işi bir yere vardırmak isterler. Nedir o? Mussolini, Hitler benzetmeleri… Aynaya bak, önce kendinin nerede olduğunu görürsün.
Biz ilhamımızı ne Mussolini’den aldık, ne Hitler’den aldık, biz Hakk’tan ve halktan aldık, böyle yürüdük, bunu bir defa bileceksin. Ve şu anda eğer bu ülkede halkımın kabullenmekte fevkalade zorlanacağı bir yola eğer gidiyorsa Türkiye’de hükümet kurma çalışmaları, bunun vebalinin kimde olduğunu halkım çok iyi görüyor, görecek ve bunun bedelini de inanıyorum ki ödetecektir. Bugüne kadar şahsımla uğraşanların terör meselesinin çözümü için aklı başında bir teklif getirdiğini duyan var mı? Peki, sen siyasetçi olarak bunda sorumlu değil misin? Niye kalkıp da vücudunu bu taşın altına koymuyorsun? Bu sorumluluğu niye yüklenme noktasında adımını atmıyorsun? Bunların böyle bir meselesi yok, böyle bir derdi yok. Ve bunların ekonomide, dış politikada, sosyal güvenlikte, sağlıkta, eğitimde, adalette ve diğer alanlarda öyle boş laftan bahsetmiyorum, dikkat edin, ciddi olarak çalışılmış, emek verilmiş, ayakları yere basan projeler ortaya koyduklarını duyan var mı? Ufukları Beştepe ile uğraşmanın ötesine geçemeyenlerin milletimize derdine derman olma ümidi verebilmesi mümkün değildir. Zaten Beştepe’nin adresini bilmeyenlerle de bizim vakit geçirecek bir zamanımız yok, bunu da söylemem lazım.
Esasen bunların derdinin şahsım değil kendilerine itibar etmeyen milletin kendisi olduğunu da çok iyi biliyorum. Şahsımın üzerinden milleti taciz eden, daha da ileri gidip millete hakaret eden bu anlayış hep kaybetmeye mahkûmdur. Çünkü bunlar çalışmadan, emek vermeden, proje üretmeden, terlemeden, ülkenin ve milletin geleceğin kendi ellerine teslim edilmesini istiyorlar. Milletimiz böyle durumlar için ‘3 kuruşa 5 köfte yok’ diyor. Önce hak edeceksiniz, sonra talep edeceksiniz. Bu millet seni kurtarmaya geliyorum deyip sırtına yeni yükler bindirerek kaçıp gidenleri çok gördü. Maksat hizmet olmayınca hezimet kaçınılmazdır. Hezimetlerin sebebi olarak şahsımı görenlere, dönüp kendilerini bir sorgulamalarını tavsiye ediyorum.
Bunlar son olarak benim Türkiye’de yönetim sisteminin değiştiği yönündeki ifademi dillerine doladılar. Biliyorsunuz Meclis’te kabul edilen ve 16 Haziran 2007 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan, 21 Ekim 2007 tarihindeki halk oylamasında da yüzde 69’luk bir destek bulan Anayasa değişikliği gereğince artık ülkemizde Cumhurbaşkanı halk tarafından seçiliyor. Bu değişikliğin ilk uygulaması 10 Ağustos 2014 tarihinde gerçekleşti. Burada darbeyle değil Meclis kararıyla ve millet iradesiyle başlatılan köklü bir değişim söz konusudur; bu ifade edilmiştir. Türkiye tarihinde ilk defa Meclis ve millet iradesiyle kendisine yeni bir yönetim modeli oluşturmuyor mu? Oluşturuyor. Anayasa literatürü ortadadır. Herkes açıkça bilir. Bu bir sistem değişikliğidir. Bakın Anayasa’dan bahsediyorum.
Bu açık gerçeği dahi idrak etmekte zorlananların ülkenin diğer meselelerine çözüm bulabilecekleri konusunda çok ciddi tereddütlerim olduğunu ifade etmek durumundayım. Siyaseti ilkokul müsameresi düzeyinde yürütenlerin bu ülkenin hiçbir meselesini kavrayabilmesi de, bunlara çözüm getirebilmesi de mümkün değildir. Ülkem ve milletimin adına bu durumdan fevkalade üzüntü duyduğumu belirtmek istiyorum. Halep orada ise arşın burada, işte tekrar bir seçime doğru hızla gidiyoruz. Gereksiz polemiklere yol açmamak için cevap vermekten imtina ettiğim zırvalarını tekrarlamaktan başka bir iş bilmeyenler dertlerini seçimde millete anlatacaklardır.
Gerçi bunlar hep sandıktan kaçmanın çabası içinde olmuşlar. Ancak mecbur kaldıklarında seçim meydanlarına çıkmışlardır. İşte 7 Haziran seçimleri bitti. Tablo böyle olunca baktınız kürsüye çıktılar ne dediler? ‘Hodri meydan erken seçim’ dediler. Şimdi istemiyor. Öbürü çıktı, ‘şununla yapmam’ dedi, şimdi ‘yaparım’ diyor. Öbürü çıktı? ‘Beştepe’ye gitmem’ dedi, şimdi baktık ‘Beştepe’ye gidebilir’ demeye başladılar. Bu ne menem iştir?
Değerli kardeşlerim;
Hani derler ya; çocuk ‘baba bir hırsız yakaladım’ demiş. ‘Oğlum getir’ demiş baba. Çocuk ‘gelmiyor baba’ demiş. ‘Bırak gitsin’ demiş baba. Çocuk ‘gitmiyor baba’ demiş. Bunların durumu da tam böyle… Hükümet kurun, kurmuyoruz. Seçime gidin, gitmiyoruz. Peki, öyleyse ne istiyorsunuz? İnanın bana onu da bilmiyorlar. Sonra da çıkıp Cumhurbaşkanı hükümet kurulmasını engelliyor diyorlar. Hükümetin kurulma şartları belli; siz bu şartları sağlayıp geldiniz de Cumhurbaşkanı sizi kapıdan mı kovdu? Hükümet kurmak için anlaştınız, el sıkıştınız da Cumhurbaşkanı elinize mi vurdu?
Şu ana kadar Anayasa’da belirtilen süreçleri işletme dışında bu konuya hiçbir müdahalem olmamıştır. Elbette görüşümü soran olduğunda fikrimi söyledim, söylemeye devam edeceğim. Bunun için de birilerinden izin alacak halim yok, bana izni millet verdi, milletin verdiği izni kullanacağım. Bu benim bir vatandaş, bir birey olarak en tabii hakkım. Bunun ötesindeki iddiaların akılla-izanla bağdaşır tarafı yoktur. Seçim sandığı aynı zamanda millete hesap verme yeridir. Sandıkta sadece yapılan işlerin değil, yapılmaktan kaçınılan işlerin de hesabının verileceği unutulmamalıdır. Ben her zaman ve her konuda olduğu gibi değerli kardeşlerim, bu meselede de milletimin sağduyusuna, irfanına, izanına, takdirine güveniyorum.
Değerli kardeşlerim;
Toplantımızın başında İçişleri Bakanlığımız yetkilileri tarafından yapılan sunumda sizlere Bakanlığımız bünyesinde kurulan Muhtar Bilgi Sistemi tanıtıldı. Biraz sonra geçeceğimiz yemek salonunda da her birinizin önünde birer muhtar bilgi formu olacak. Aynı form sizlere tanıtımı yapılan ve internet üzerinden ulaşabileceğiniz sistemde de mevcut. İster masanızdaki formu, ister internetteki formu doldurarak diğer kurumlarla ilgili taleplerinizi, ihtiyaçlarınızı, beklentilerinizi, şikâyetlerinizi Bakanlığımıza bildirebilirsiniz. Geçen hafta Bakanımıza sordum şu ana kadar ne kadar müracaat oldu diye. Dediler ki, ‘10 bin kadar müracaat oldu.’ ‘Peki, ne kadarını hallettiniz?’ dedim, ‘5 bin civarında şu ana kadar çözdüğümüz sorun var’ dedi. Şimdi bu tür sorunları inşallah Bakanlığımız takipçisi olmak suretiyle çözüme kavuşturacaktır. Bakanlığımız tüm bu talepleri sizlerin adına ilgili kurumlar nezdinde takip edecektir. Sadece kendisiyle alakalı değil, yani Ulaştırma’da, DSİ’de Orman’da olan bir sorun olabilir, hangi bakanlıkta olursa olsun, Karayolları’nda şurada-burada hepsini takip edecektir.
Bir kez daha Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni, milletin evini teşrifiniz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Mahallerinizdeki, köylerinizdeki her bir kardeşime selamlarımı, saygılarımı, muhabbetlerimi iletmenizi özellikle rica ediyorum. Biraz sonra yemekte bir arada olacağız.
Şimdilik sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyor, Allah yar ve yardımcımız olsun diyorum.