Çok değerli muhtarlarımız,
Değerli kardeşlerim;
Sizleri en kalbi duygularımla selamlıyorum. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne, milletin evine hoş geldiniz.
Muhtarlarımızla ilkini 27 Ocak’ta yaptığımız toplantıların bugün 8’incisini gerçekleştiriyoruz. Yaklaşık 400’er kişilik gruplar halinde yaptığımız bu toplantılar vesilesiyle ülkemizin her köşesinden muhtarlarımızla hasbihal etme, hasret giderme imkânı bulduk. Bugün de Sakarya, Sinop, Samsun, Giresun, Ordu, Trabzon, Rize, Artvin, Gümüşhane, Bayburt ve Tokat illerimizden gelen siz kıymetli muhtarlarımızla bir aradayız. İnşallah ülkemizdeki muhtarların tamamıyla bu şekilde biraraya gelerek hasbihal etmenin, soframızı paylaşmanın arzusu içindeyiz.
İçinde bulunduğumuz bu bina ve yanındaki iki blok Cumhurbaşkanlığı Külliyemizin resmi tören ve kabullerinin yapıldığı, çalışma ofislerinin yer aldığı bölümünü oluşturuyor. Hemen karşımızda bu bölgeye ve Ankara’mıza yakıştığına inandığım Millet Camimiz bulunuyor. Ramazan ayında açılışını yaptığımız bu caminin adına yakışır şekilde milletimizden büyük bir ilgi görüyor olmasından memnuniyet duyuyorum. Camimizin yanında yer alan kongre merkezi şu anda inşa halinde, inşallah onu da yılsonuna kadar hizmete açmış olacağız. Zira Ankara’mızda gerçekten bakanlıklarımızın ve bakanlarımızın büyük toplantıları yapabilecekleri salonlar pek yok, olanlar da çok çok az. Ama burada devletin bakanlıklarına, kurumlarına, istiyoruz ki yakışır büyük bir kongre merkezini kurmuş olalım.
Hemen yine camimizin alt sağ tarafında birçok amaçlı diyebileceğim salon yapıyoruz ki burada 2 bin kişilik aynı anda yemek ikramında bulunabileceğimiz, 1000 kişiye, 500 kişiye yemek ikramında bulunabileceğimiz bir bina daha yapalım. Altında da yine sergi salonları olsun, buralarda da birçok sergi etkinliklerini gerçekleştirme arzusundayız. İnşallah proje aşamasında olan bu iki projeyi de öyle zannediyorum ki 2016’nın sonuna kadar bitireceğiz ve böylece külliyeyi tamamlamış olacağız.
Tabii bunlardan bir tanesi, içinde 5 milyon cilt kitabın bulunabileceği ülkemizin en büyük kütüphanesi olacak. Ve dijital sistemlerle takviye edilmiş olan bu kütüphaneyle birlikte de 24 saat tüm halkımıza açık olan bu kütüphane farklı bir işlevi yerine getirmiş olacak.
Çalışma ofisleri dışındaki birimlerimiz, yani camimiz, kongre merkezimiz, kütüphanemiz, çok amaçlı binamız tüm halkımızın hizmetine açık olacaktır. Böylece burada Ankara ve ülkemiz için iftihar kaynağı bir külliyeyi tüm birimleriyle hayata geçirmiş olacağız.
Değerli kardeşlerim;
Geçtiğimiz Pazartesi günü 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci yıldönümünü geride bıraktık. Türkiye’nin doğrudan halkın oyuyla iş başına gelmiş ilk Cumhurbaşkanı olarak bu vesileyle bir kez daha şahsıma gösterdiği teveccüh için milletime şükranlarımı arz ediyorum.
Geçtiğimiz 1 yıl içinde 50 ilimizi ziyaret ettim, bunlardan 4’üne de 2 defa gittim. Yine bu 1 yıllık dönemde 33 ayrı ülkeyi ziyaret ederek o ülkelerin devlet başkanlarıyla resmi görüşmeler yaptım. Bu ziyaretlerde ayrıca heyetler arası toplantılar, iş forumları ve diğer görüşmeler vasıtasıyla Türkiye ile o ülkeler arasındaki ilişkileri geliştirmenin çabası içinde olduk.
Burada Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde milletimizin her kesiminden kardeşlerimizle biraraya geldik. Hasbihal ettik, hasret giderdik. Sadece muhtarlarımızla sekizinci buluşmamızı bugün gerçekleştiriyoruz. Bunun yanında işçilerimizle, işverenlerimizle, ihracatçılarımızla, esnaflarımızla, gençlerimizle, çocuklarımızla, polislerimizle, sivil toplum örgütlerimizle, gazilerimizle, şehitlerimizin yakınlarıyla velhasıl milletimizle biraraya geldik. Ülkemizi ziyaret eden devlet hükümet başkanlarını, diğer yetkilileri burada misafir ettik.
Biliyorsunuz Cumhurbaşkanı seçilirken bir söz vermiştim, demiştim ki; ‘Biz tarafsız olmayacağız.’ Ve devam etmiştim; ‘Biz daima milletimizin tarafında olacağız.’ Hamdolsun bugüne kadar verdiğimiz sözü tuttuk, tutmaya da devam edeceğiz. Cumhurbaşkanlığı makamını vesayetin bekçisi konumundan milletin hizmetkârı konumuna getirdik. Şunu her zaman söyledik: ‘Biz milletimize efendi olmaya değil, hizmetkâr olmaya geliyoruz ve milletimizin hizmetkârıyız.’ Çünkü biz gücümüzü şu veya bu odaktan değil, doğrudan milletimizden alıyoruz. Dolayısıyla sorumluluğumuz da milletimize karşıdır.
Bu anlayış sayesinde Türkiye’de siyasetin alanı ilk defa bu kadar genişledi. Milletimizin gündemiyle Cumhurbaşkanlığı dahil, devletin ve siyasetin gündemi ilk defa bu kadar iç içe geçti. Ülkemizde artık tüm provokasyonlara rağmen siyaset ve toplum mühendisliklerinin yerini, milletin rızasına ve teveccühüne dayalı meşru siyaset yöntemleri almıştır. Elbette Türkiye bu noktaya kolay kolay gelmedi. 40 yılı bulan siyasi hayatım bunun mücadelesiyle geçti. Başbakanlık görevini devraldığımız günden itibaren de bu mücadeleyi çok daha güçlü bir şekilde sürdürdük. Vesayetin her türünü milletimizin desteğiyle birer birer aştık. 2007 yılında bize Cumhurbaşkanı seçtirmemek için tevessül edilen hukuk cinayetlerini hatırlayın, Cumhuriyet mitinglerini hatırlayın. Darbe çığırtkanlıklarını sizler de gayet iyi hatırlıyorsunuz. İşte bu süreç, Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçildiği bugünkü büyük değişime vesile oldu. Bakın şimdi aynı çevreler ne demeye başladılar biliyor musunuz? Tekrar ‘Hayır millet değil, Parlamento seçsin’ demeye başladılar. Parlamento kim? Onlar milletin vekili. Peki, halk, millet kim? Aslı. Aslın olduğu yerde vekilin hükmü olur mu? Bu bakımdan bu boş çabalar tamamen kıymetini yitirmiştir. Bu çabalar 2013 yılında önce Gezi olayları, arkasından 17-25 Aralık darbe girişimiyle farklı bir çehreye özellikle büründü. 2014 yılında 30 Mart’ta yapılan mahalli seçimler ve arkasından 10 Ağustos’ta gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimi bu girişimleri de ne yaptı, akamete uğrattı.
Türkiye’nin demokrasisine ve kalkınmasına kastedenler bir kez daha sükûtu hayale uğradılar. Gezi ve 17-25 Aralık sürecinde şahsımı, -o zaman bir resmi ziyaretim sebebiyle Cezayir’e gitmiştim- yurt dışına kaçmakla itham eden ihanet şebekesinin mensuplarının birer ikişer yurt dışına kaçtıklarını görüyoruz. Ve şu ana kadar 100’ü aşkın bu şebekenin mensupları yurt dışına kaçmıştır. Biz her hesabın üzerinde bir hesap olduğuna, kaderin üstünde bir kader olduğuna inanan insanlarız. Kendilerini herkesin ve her şeyin üzerinde görenler birer birer yıkılıp giderken, ülkesini terk ederken biz işte burada olduğu gibi milletimizle el ele, kol kola, gönül gönüle yolumuza devam ediyoruz. İşte daha yeni görüyorsunuz bu acımasız kararları verenler, şimdi bakıyorsunuz Gürcistan üzerinden Ermenistan’a kaçıyorlar. Tabii oradan da kim bilir nereye kaçacaklar, o ayrı mesele. Tabii şu anda Türkiye olarak bizler de iz sürüyoruz. Bir kısmı Romanya’da yakalandı biliyorsunuz, bunlar da bir yerlerde muhakkak yakalanacak ve bunlar da yaka paça buraya gelip yaptıklarının hesabını er veya geç verecekler. Allah ömür verdiği, milletimizin desteği bizimle olduğu sürece de inşallah bu yolda yürümeyi sürdüreceğiz.
Değerli kardeşlerim,
Karanlık eller Türkiye’yi rahat bırakmamak, kazanımlarımızı heba etmek için hiç boş durmadı, durmuyor. Güçlü bir Türkiye’yi istemiyorlar, buna tahammül edemiyorlar. Ekonomik yönden güçlü, siyasi yönden güçlü, askeri yönden güçlü bir Türkiye’yi asla istemiyorlar. Nasıl böleriz, nasıl parçalarız, nasıl içinde onları birbirine düşürürüz, hep bunun gayreti içerisindeler, fakat başarılı olmayacaklar. İnşallah bu millet, küllerinden doğdu istiklal mücadelesinde, şimdi de aynen o süreci güçlenerek devam ettiriyor. Hatırlayın; 2002’nin Kasım’ında Türkiye neydi, şu anda ne? Buna baktığımız zaman yükselen, güçlenen bir Türkiye var. Ve biz burada olmayacağız, daha iyi bir yerde olacağız, daha güçlü bir yerde olacağız, 2023 Türkiye’si Allah’ın izniyle çok daha güçlü olacak.
Ve hatırlayın, 7 Haziran seçimleri öncesinde bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizde vatandaşlarımız üzerinde çok ciddi bir baskı ve tehdit iklimi oluşturuldu. Burada açıkça ifade etmek durumundayım ki, ilgili kurumlarımız vatandaşlarımızın özgür iradelerini sandığa yansıtmalarını sağlama konusunda maalesef yetersiz kaldı; bunu açıkça söylemek zorundayım. Buna rağmen seçimler sonrasında ortaya çıkan tablo iyi değerlendirilebilir, Türkiye için yeni bir dönemin kapısı aralanabilirdi. Fakat bu da yapılmadı, siyasi parti yönetimlerinin ortaya koyduğu ikircikli tavır Türkiye’yi sıkıntılı bir döneme itti.
Hem bölgemizdeki gelişmeleri, hem de bu şekilde oluşan belirsizlik ortamını fırsat bilen bölücü terör örgütü, 11 Temmuz’da yeniden saldırılarına başlayacağını ilan etti. 20 Temmuz’da Suruç’ta girişilen bombalı eylem bahane edilerek alçakça, kalleşçe, ahlaksızca saldırılara girişildi, evinde uykuda olan iki genç polisimizden, çarşıda gezen, eşiyle, çocuğuyla pazarda alış verişe çıkan binbaşımıza, astsubayımıza kadar tüm kamu görevlilerine yönelik kalleşçe saldırılar başlatıldı. Kaza var diye olay yerine çağrılan trafik polisine yanında eşi ve çocuğu olduğu halde, az önce de ifade ettiğim gibi özel otomobiliyle evine giden binbaşımıza kurşun sıkanların yüreklerinde zerre miktarı Allah korkusu olmadığını zaten biliyoruz; ama inanın bunlarda en küçük bir utanma duygusu bile yok.
Peki, şimdi soruyorum, bunlara destek veren, bunların yanında yer alan, akıllı olduğunu, işte köşelerde mürekkep akıttıklarını söyleyenlere buradan sesleniyorum: Siz acaba bu ülkede milliyetperver, vatansever olduğunuzu neyle ispat edeceksiniz? Bu yavrularımızın katillerini, bu teröristleri savunanların yanında olmayı neyle izah edeceksiniz? Hem onların yanında yer alın, onlarla beraber hareket edin; öbür taraftan demokrasi deyin, öbür taraftan özgürlük deyin. Soruyorum; bunun neresi özgürlük, bunun neresi demokrasi? Eğer demokrasiden bahsediyorsan her şey Parlamento’nda var, demokratik sistem içerisinde var, gel mücadeleni Parlamento’da ver. Ama bunlar arkalarına o silahlı güçleri almadıkları sürece Parlamento’daki temsil güçlerinin bu denli güçlü olacağına inanmıyorlar. İnanmadıkları için de işte böyle belli grupları yanlarında toplamak, belli bazı köşe yazarlarını da destek kıtaları olarak yanlarına almak suretiyle ülkeyi parçalamanın, bu milleti parçalamanın gayreti içerisine giriyorlar.
Düşünün, ambulansa, itfaiye aracına, Kızılay’ın kan toplama aracına, iş makinesine, vatandaşımızın ekmek teknesi olan kamyonuna, tırına, olaylarla hiçbir ilgisi olmayan insanların otomobillerine saldırmak alçaklığın ta kendisi değil midir? İşte geçenlerde Tunceli-Erzincan yolunda geldi bir tane terörist, yanında bir başkası daha, orada nutuk atıyor, nutku attıktan sonra o yoldaki siviller de onları alkışlıyor.
Değerli kardeşlerim,
Burada bütün mesele, devletin kurumlarının el ele dayanışma halinde olmasıdır. Ama bu devletin içinde dediğim gibi bir paralel yapı gibi bir zalim yapının olması, çeşitli kurumların içerisine savrulmuş, serpilmiş olması ne yapıyor? Süreci zorlaştırıyor. Bir taraftan bunları da aşmanın mücadelesini veriyoruz.
Bakınız, sokak başlarını kazıyarak yolları trafiğe kapatmak, yollara mayınlı tuzaklar kurmak, yolları kesip insanları tehdit etmek, araçlarını yakmak, yıkmak, yol yapımını, baraj inşaatını engellemek… Düşünebiliyor musunuz? Bu barajlarda ne olacak? Su toplanacak. Ne olacak? Tüm o kurak araziler onunla sulanacak. Ne olacak? Oralardan hidroelektrik santralse elektrik enerjisi üretilecek. Ama bunların ruhunda öyle bir anlayış var ki, ondan sonra faturayı da nereye kesecek? Hükümete kesecek, devlete kesecek: ‘Bak, elektriğimizi vermiyor.’ Elektriği kesen sensin. Doğalgaz iletişim hatlarını patlatan sizsiniz. Ve bu anlayış içerisinde hala bu ülkede bunlar özgürlükten bahsediyorlar, bunlar demokrasiden bahsediyorlar, böyle bir şey olabilir mi?
Ve utanmadan, sıkılmadan kalkıp şunu da söyleyebiliyorlar: ‘Barajlar sebebiyle -bunu da dindar geçinenleri söylüyor- Allah’ın verdiği yağmurdan nasıl para alırsınız.’ diyorlar. Eyvallah. Allah’ın verdiği yağmur eğer bu barajlar olmasa bunlar nereye gider? Toprağa gider. Ne olur? Dere olur, ırmak olur denize gider. Ama bu barajların bir maliyeti yok mu? Bu barajların ki bunlar yüz milyonlarca, milyarca maliyeti olan barajlar ve bunların işletme masrafları yok mu? Yani bunlarla ilgili olarak sana verilen suyun bir bedelini ödemeyecek misin? Böyle bir mantık olabilir mi, böyle bir anlayış olabilir mi? İşte onun için siz değerli muhtar kardeşlerimin görevi bu noktada çok ağır. Siz bu devletin en ücra köşedeki mahallesinin, köyünün temsilcisi durumundasınız. Siz muhtarsınız, siz seçilmişsiniz, siz memur değilsiniz. Benim indimde seçilmiş atanmıştan her zaman öndedir, bunu böyle biliniz. Demokrasinin güzelliği buradadır, demokrasinin zenginliği buradadır, çünkü demokrasi seçilmişlerin atanmışlarla asla mukayese edilemeyeceği bir rejimdir. Ama bunun hakkını da muhtarlarımızın başarılı bir şekilde vermesi gerekir, milletin serbest iradesini muhtar, ismi üzerinde muhtar olarak aynen tepeye yansıtmalıdır.
Son eylemler terör örgütünün ve onun destekçilerinin kalleşlikte hiçbir sınır tanımadıklarını gösterdi. Bu süreçte gerçekten çok iğrenç, çok ibretlik işbirliklerine de şahit oluyoruz. Türkiye’de paralel devlet yapılanması peşinde olan kesimin, bölücü örgütle aynı çizgide buluştuğunu görüyoruz. Aynı şekilde kendilerine aydın diyen, akademisyen diyen, gazeteci diyen bir güruhun nasıl alenen hainlik peşinde koştuğunu da ibretle takip ediyoruz. Bölücü örgüt ve uzantıları Türkiye’ye karşı her türlü ihaneti yaparken, eylemlerin ve ölümlerin faturasını şahsıma, hükümete, iktidar partisine çıkartmaya çalışanların asıl niyetlerinin gayet iyi farkındayız. Ne diyorlardı? ‘Seni başkan yaptırmayacağız.’ Bu sözün aslında Türkiye’yi 2023 hedeflerine ulaştırmayacağı düşüncesini ifade ettiğini milletimizle birlikte biz de çok iyi biliyoruz. Bugün ‘Devlet silahlarını sustursun’ diyenler, dün de bölücü örgüte ‘Niye savaşmıyorsun, niye silaha sarılmıyorsun?’ diyordu. Çünkü bunlar savaş istiyor, kan istiyor, can istiyor.
Değerli muhtar kardeşlerim;
6-7-8 Ekim tarihlerinde benim Kürt vatandaşlarımı, Kürt kardeşlerimi sokağa çağıran kimdi biliyorsunuz değil mi? Peki, 50 kişi öldü. Ölen kimdi? Benim Kürt vatandaşım. Öldüren? O da Kürt. Peki, Kürt’ü Kürt’e kırdıran bu adamlar değil mi? Bu adamlar. Peki, bu adamlar nasıl oluyor da özgürlükçü oluyor? Bu adamlar nasıl oluyor da insanı sevenler oluyor? Öyle eline bir saz vermek suretiyle bir insanı kalkıp da modern bir noktaya oturtamazsınız. Yani böyle köşelerde, şuralarda, buralarda ‘cici çocuk’ demekle kişi cici olmuyor. Biz insanın ameline bakarız, fiiline bakarız, yaptıklarına bakarız. Sevgili Peygamberimiz ne diyor: “Müslüman o kimsedir ki elinden ve dilinden diğer Müslümanlar da emindir, salimdir, güvendedir.” Biz bunu arıyoruz, bunlarda böyle bir şey var mı? Yok. Alıyor insanı dağa kaçırıyor, ondan sonra haber gönderiyor; ‘Şu kadar para göndereceksin, göndermediğin takdirde yakarız, yıkarız.’ Yaptıkları bu. Arkadan gel kurşunla, uykuda kurşunla… Tek amaçları var, o da Türkiye’nin istikrarının bozulması, kardeşlik ikliminin zehirlenmesi, güven ortamının zehirlenmesi, zedelenmesi…
Dikkat ediniz, saldırılar ülkemizde oluyor, yürekler ülkemizde yanıyor, ama terör örgütünün güdümündeki parti çözümü nerede arıyor? Brüksel’de arıyor, diğer yabancı başkentlerde arıyor. Kendi ülkesine, kendi milletine bu kadar yabancılaşmış bir anlayışın, yaşanan sorunlara yerli ve makul çözümler üretebilmesi mümkün değildir. Maharet şiddetle ve baskıyla sandıklara gölge düşürmek değil, alınan oyların hakkını verebilmektir. Oyu Türkiye’den alıp çözümü dışarıda aramak bir partinin kendi varlığını inkâr etmesidir. Bir taraftan demokrasi deyip sandığı referans alan, ama diğer taraftan sırtını terör örgütüne dayadığını ifade eden partinin mensupları aslında siyasete arkasını dönüyor demektir. Bu parti ve mensupları öncelikle silahtaki kurşunla sandıktaki oy arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Değerli kardeşlerim,
Bu süreçte birer sembol olarak kullanılan Kobani ve Suruç hadiselerinin gerisindeki gerçeği burada bir kez daha milletimle paylaşmak isterim. Türkiye, Suriye’nin her bölgesi, her şehri gibi Ayn el-Arap veya Kobani’nin de rejimin ve DAEŞ terör örgütünün zulmünden kurtulması için her türlü çabayı gösterdi. Bölge DAEŞ saldırısına uğradığında hem oradan gelen 200 bin kişiye sınırlarımızı biz açtık.
Kardeşlerim,
Burada şu anda sizlerle paylaşmak istediğim bir şey var. Konuştuklarımı sapıtanlar var veya saptıranlar var. Nedir bu? Kobani’den kaçanları bir hafta içerisinde ülkemizde misafir eden biz değil miyiz? Biz sınırlarımızı kapayabilirdik, ama biz kapamadık. Biz ne dedik? ‘Bize sığınanlara kapımızı kapayamayız ve bu konuda sıfır tolerans’ dedik, kapıları açtık. Bu insanlara kapılarımızı açtığımız gibi kamplar yaptık süratle. Kampların yetmediği yerlerde bunlar çeşitli evlerde misafir edildi, değişik illere aynı şekilde dağıtıldı. Ve şu anda bakın terör orada canlar da aldı. Ama biz bir şey daha yaptık, Özgür Suriye Ordusu’nun topraklarımız üzerinden Kobani’ye girmesini sağladık. O yetmedi, Kuzey Irak’tan Peşmergeleri yine topraklarımız üzerinden aldık Kobani’ye topraklarımız üzerinden girmelerini sağladık. Bunu yapan da biziz. Herhalde bunu terör örgütü PKK yapmadı. Bunu biz yaptık, önlerini biz açtık. Niye? Kobani’de en azından kendi hemşehrilerine veya oradaki yakınlarına sahip çıkmalarına zemin hazırlamak ve DAİŞ’le sürdürülen o mücadelede taleplerini yerine getirmek için.
Değerli kardeşlerim,
Bu arada enteresan bir şey oldu, Sayın Obama beni aradı; ‘İki güne kalmaz Kobani düşer, burada sizden yardım istiyoruz.’ dedi. Ben de kendisine şunu söyledim: ‘Sayın Obama, bakın 200 bine yakın, 190 bin civarında Kobanili zaten bizim ülkemize girmiş durumda. Şu anda orada Kobanili kalmadı, sadece savaşçılar var, onlar birbiriyle savaşıyor. Ama şunu unutmayın: Sizin oraya indireceğiniz silahlar sadece PYD’nin eline geçmeyecek, çünkü o da terör örgütüdür, aynı zamanda DAEŞ’in eline geçecek.’ Nitekim öyle oldu ki o silahların yarıya yakınını DAEŞ aldı, diğerini de diğerleri aldı. Bazı gerçekleri görmek lazım. Biz bölgeyi tanıyoruz, biz bölgeyi biliyoruz. Ama dostlar maalesef bizim bu yaklaşımlarımıza dikkat etmediler. Ve bakın şu anda 70-80 bin civarında Kobanili tekrar Türkiye’den Kobani’ye dönmüş vaziyette, diğerleri hala Türkiye’de. Temenni ederiz ki diğerleri de bir an önce Kobani’ye döner ve ülkelerindeki yerlerini alırlar. Hep ‘Kobani düştü-düşecek’ diye cımbızlanan ifademin gerisinde aslında bu bilgi var. Bu ifadeyi benim Kobani’nin düşmesini arzu ettiğim şeklinde sunanların -ki terör örgütü bunu yaptı- amacı; bölgedeki insanımızı tahrik ederek kendi hain emellerini uygulamaya geçirmektir. Türkiye, Suriye ve Irak’tan gelen tüm misafirleri gibi Kobani’den gelenleri de samimiyetle bağrına basmış, ekmeğini onlarla bölüşmüştür.
Aynı şekilde DAEŞ askerimizi, polisimizi şehit ettiğinde seslerini çıkarmayanlar, bu örgüt Suruç’ta eylem yaptığında suçu hemen bize ve devlete atmanın çabası içine girdiler. Aldığı haberin doğruluğunu araştırmak her Müslümanın vazifesidir. Bilhassa paralel devlet yapılanması peşindeki örgütle bölücü örgütün mensuplarının dolaşıma soktuğu haberler konusunda çok daha dikkatli olunmalıdır. Hatta hatta terbiyesize, edepsizce kalkıp Suruç katliamını Milli İstihbarat Teşkilatı’mıza yıkmak isteyenlerin de üzerlerindeki suçu bir başkalarına devretme operasyonudur. İşte bunların altında bu dediğim örgütler var.
Böyle dönemler hem bozguncuların sayısının arttığı, hem de bozgunculuğun yıkıcı etkisinin çoğaldığı dönemlerdir. Millet olarak birliğimizi, beraberliğimizi, kardeşliğimizi ortak değerler ve hedefler etrafındaki kenetlenmemizi güçlendirdiğimiz sürece, biiznillah her türlü saldırının üstesinden geliriz.
Birtakım medya kuruluşlarının da bu kritik dönemde milletimizin moralini bozarak, mücadele azmimizi kırmaya gayret ederek paralel ve bölücü örgütlerin değirmenine su taşıdıklarını da görüyoruz. Ülkemize ve milletimize düşmanlık eden herkese sayfalarını, ekranlarını, manşetlerini açmakla maruf olan bu medya kuruluşlarının ihanetlerini milletimizle birlikte biz de not ediyoruz. Zamanı geldiğinde bu notlar elbette milletimiz tarafından değerlendirilecektir.
Değerli kardeşlerim,
Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprakları tarihin her döneminde elde edilmesi ve elde tutulması zor bir coğrafyadır. Onun için Anadolu’ya, hem ‘medeniyetler ve milletler beşiği’, hem de ‘medeniyetler ve milletler mezarlığı’ derler. Çünkü tarih boyunca bu topraklarda pek çok kadim medeniyet doğmuş, hüküm sürmüş ve yok olup gitmiştir. Millet olarak bin yıldır bu coğrafyada biz hüküm sürüyoruz. Anadolu’yu bu topraklara ayak bastığımızdan beri kesintisiz bir mücadele ve büyük fedakârlıklar sayesinde kendimize vatan yaptık. Bugün yaşadığımız sıkıntıların yüzlerce yıllık geçmişi var.
Bu süreçte Anadolu’yu eşsiz kılan bir diğer önemli özelliği de, her zaman mağdurların, mazlumların, gariplerin, çaresizlerin sığınağı olmasıdır. 1492’de İspanya’dan kaçan Yahudiler Anadolu’ya sığınmışlardır. Kimse kabullenmemiştir, ama Anadolu’ya sığınmışlardır. 1850’li yıllardan itibaren Rus Çarlığının zulmünden kaçan Kafkas halkları Kırımlı kardeşlerimiz çareyi Anadolu’ya gelmekte bulmuşlardır. 93 Harbi sonrasında Balkanları boşaltan yüz binlerce kardeşlerimize yine Anadolu kucak açmıştır. 1917 Bolşevik ihtilalinden kaçan yüz bini aşkın Beyaz Rus’un geldiği yer de yine bu topraklar olmuştur. Cumhuriyet döneminde Balkanlar’ın muhtelif bölgelerinden, Yunanistan’dan, Bulgaristan’dan gelen muhacirler bugün Anadolu’nun asli unsurlarını oluşturuyorlar. 1988’den itibaren Irak’ta yaşanan katliamlardan, savaşlardan kaçan yüz binlerce Kürt kardeşimize sınırlarımızı biz açtık. 1990’lar boyunca Bosna’da, Kosova’da, Makedonya’da yaşanan hadiseler sırasında ülkemize gelen kardeşlerimizi biz misafir ettik. Son olarak 2011 yılından beri Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar sebebiyle yaklaşık 2 milyon kardeşimizi ülkemizde misafir ettik, ediyoruz. Avrupa’nın tamamında misafir edilenlerin sayısı ne biliyor musunuz? 200 bin. Biz 2 milyon kişiyi misafir ediyoruz. Şu ana kadar yaptığımız harcama 6,5 milyar dolar. Ama ne diyoruz? ‘Veren el alan elden üstündür.’ Bu millete ensar olmak yakışır. Bizim değerlerimizde şüphesiz ki muhacirin de, ensarın da yeri var, ama ensar muhacire göre çok daha farklı.
Ayrıca, İstanbul’ başta olmak üzere çeşitli şehitlerimizde Gürcistan’dan, Ermenistan’dan, Türkistan’dan, Afrika’dan, Doğu Avrupa’dan ve dünyanın her köşesinden eğitim için, çalışmak için, yaşamak için gelen yüz binlerce kişiyi barındırıyoruz. Bu bakımdan Anadolu sadece bizim değil, umudunu buraya bağlamış çok geniş bir coğrafyanın kalbinin attığı yerdir. Sadece yaşadığımız badireleri değil, işte bu özelliklerini de göz önünde bulundurarak ülkemizi daha sıkı sıkıya sahiplenmek mecburiyetindeyiz. Anadolu coğrafyasındaki varlığımızı ilelebet sürdürme, ülkemize sahip çıkma mücadelemizi bugün de devam ettiriyoruz. Böylesine kucaklayıcı, böylesine şefkatli bir coğrafyada ayrımcılık yapıldığı iddiasıyla bozgunculuk peşinde koşmak, hele hele silaha sarılmak asla kabul edilemez. Silahlı saldırıya uğrayan bir devletin kendisini yine silahla savunma hakkı olduğunu en liberal aydınlar dahi kabul ediyor. Üstelik biz herhangi bir millet değiliz. Biz medeniyet davası olan, büyük hedefleri, büyük idealleri olan bir milletiz. Bu vasfımızdan vazgeçmediğimiz sürece de başımızdaki sıkıntıların eksilmeyeceğini biliyoruz. Yine biliyoruz ki bu vizyonumuzu kaybettiğimiz gün de bizi ne bu coğrafyada, ne de yeryüzünde 1 gün bile barındırmazlar.
Türkçenin ünlü siyasetnamesi Kutadgu Bilig’de devletin halkına olan görevleri sayılır. Bu görevler sayıldıktan sonra, bir de milletin ülkesine olan görevleri ifade edilir, bu çok anlamlıdır. Bu görevlerin en başında geleni de ne biliyor musunuz? Ülkenin dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmektir. Bunu bileceğiz; dostlarını dost, düşmanlarını da düşman bileceğiz. Evet, milletimizin her bir ferdi ülkenin dostlarını dost, düşmanlarını düşman bildiği sürece ne paralel ihanet şebekesi, ne bölücü terör örgütü gibi yapıların bu topraklarda kök salabilmesi mümkün değildir. Biz millet olarak bu topraklarda yaşamanın bedelini her karışını kanımızla sulayarak defalarca ödedik, ödemeye devam ediyoruz.
Bakınız muhtar kardeşlerim; Arif Nihat Asya’nın veciz bir şekilde ifade ettiği gibi her zaman bunu okuyorum, yine okuyacağım: “Şehitler tepesi boş değil / Toprağını kahramanlar bekliyor! / Ve bir bayrak dalgalanmak için; / Rüzgâr bekliyor!” Evet, şehitler tepesinde inancı için, vatanı için, milleti için, ülkesi için her zaman canını seve seve feda edecek binler, yüzbinler, milyonlar hazır bekliyor, ben buna inanıyorum. Hamdolsun ay-yıldızlı al blayrağımızı dalgalandıracak rüzgâr bu topraklardan hiçbir zaman eksik olmadı, hiçbir zaman da eksik olmayacak. Biliyorsunuz, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Her bir şehidimizin toprağa akan kanı Anadolu’daki ebedi varlığımızın tescili için vurulan yeni bir mühürdür. Bu vesileyle ülkenin ve milletin bekası uğrunda canını veren tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. Şehitlerimizin mekânı inşallah cennet olacaktır. Onlar Rabbimin müjdesiyle zaten diridirler, ‘onlara ölü demeyiniz’ buyuruyor Mevla’mız.
Terör eylemleriyle bu milletin birliğini-beraberliği bozacaklarını, ülkemizin bölünmez bütünlüğüne zarar vereceklerini sananlar hak ettikleri cevabı alıyorlar, bundan sonra da almaya devam edecekler.
Kardeşlerim,
Şunu burada çok açık net söylemek durumundayım: Bu operasyonlar devam edecektir, bunu bir defa böyle bilelim. Tabii canımız yanıyor, şehit ailelerimizin canları da yanıyor, ‘Artık bu iş bitsin’ diyen kardeşlerimiz oluyor. Kardeşlerim, şunu bilmemiz lazım: Bu iş şüphesiz ki ilk insan ile –biliyorsunuz Kabil kardeşi Habil’i öldürmüştür- bir süreç başlamıştır. Ama bilesiniz ki şehadet makamı kıyamete dek devam edecektir. Mesele nedir? Bunu tamamıyla minimize edebilmektir. Topraklarımızda bu mücadelenin, bu süren operasyonların inşallah asgariye inmesi veya tamamıyla bitmesidir. Ama bakın dünyanın hemen hemen her yerinde maalesef bu tür eylemler, bu tür olaylar devam ediyor mu? Ediyor. Hele hele bu bölge özellikle seçilmiş durumda. Bakın bir şöyle yay var Pakistan’dan başlıyor, Afganistan, İran, Irak, geliyoruz Suriye, Filistin, Mısır, Libya devam ediyor. Ve bütün buralarda mesele nedir? Bu topraklarda yaşayan insanların parçalanması, bölünmesi… Bu topraklarda yaşayanlar da birbirinin kardeşi… Enteresan olan bu; kardeşi kardeşe vurduruyorlar. Neyle? Bakıyorsunuz bazı yerlerde mezhep çatışmaları ile. Bunlar olacak iş mi? Ama oluyor işte, bunu başarıyor, dış güçler bunu başarıyor. Bunlar sadece iç güçlerle olmuyor. Ama biz öyle bir gayret içerisinde olmamız lazım ki dostlarımızı çoğaltmak, düşmanı da azaltmak gayreti içerisinde olmalıyız; biz bu gayreti göstereceğiz. Bunların bütün bu saldırıları karşısında asla durmayacağız, mücadeleyi kararlı bir şekilde sürdüreceğiz.
Mesela bazıları diyor ki; ‘terör örgütü silahlarını sustursun.’ Hayır, ne demek sustursun? Terör örgütü silahlarını bırakacak, gömecek, betonlayacak; böyle olacak. Ve kalkıp da devletten kimse silahları bırakmasını isteyemez. Askerin de, polisin de silahı onun enstrümanıdır, o onunla vardır, onu asla elinden bırakamaz. Çünkü bir devletin en önemli görevi nedir? Can güvenliğini sağlamaktır, mal güvenliğini sağlamaktır, nesil güvenliğini sağlamaktır, akıl güvenliğini sağlamaktır. Bütün bunları yapacak olan devletin elinde bazı enstrümanlar vardır ki bunları kullanacaktır. Ve tüm teröristler ya ülkemizi terk edecekler ya da dediğim gibi bu silahları gömecekler ve betonlayacaklar ve bunların da yer tespitini biz yapacağız. Her türlü paralel devlet yapılanmasına son verene kadar da bu mücadele sürecektir.
Terör örgütüyle arasına mesafe koymayı bir türlü beceremeyen, tercihini silahtan ve tehditten değil demokrasi ve hukuk devletinden yana yapamayan siyasi parti için de aynı durum geçerlidir. Bu partinin yöneticileri siyasetin imkân ve yöntemleri içinde faaliyet göstermeyi başaramadıkları sürece bizim gözümüzde örgütün piyonu olarak kalacaklar. Yani kimse bize ‘Bizim terör örgütüyle alakamız yok, ilgimiz yok’ diyerek yalan söylemesin. Kusura bakmayın, bunu kimse yutmaz. 6-7-8 Ekim tarihlerinde benim Kürt kardeşlerimi, vatandaşlarımı sokağa dökenlerin kim olduğunu biliyoruz. Ve orada 15 yaşındaki bir Yasin Börü’yü üçüncü kattan atmak suretiyle arabayla çiğneyenlerin ve onu o şekilde şehit edenlerin kim olduklarını biliyoruz.
Değerli kardeşlerim,
Bütün bu oyunlar bilindiğine göre biz de kararlılıkla adımlarımızı atacağız. Burada Türkiye’de tüm hayatını demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesiyle geçiren, bu yöndeki taleplere ve gayretlere her türlü desteği veren bir siyasetçi olarak açıkça ifade ediyorum: Devlet ve hükümet, önce demokratik açılımla, ardından milli birlik ve kardeşlik projesiyle, nihayetinde çözüm süreciyle ret, inkâr ve asimilasyon politikalarını bir daha dönüşü olmayacak şekilde ortadan kaldırmıştır. Başbakanlığım döneminde bu adımları atan benim. Ve bu adımları attık, dedik ki ‘Herhalde karşımızdakiler de samimi davranacak.’ Biz elimizi uzattık, ama onlar silahla cevap verdiler.
Değerli kardeşlerim;
Şimdi utanmadan, sıkılmadan ‘Çözüm sürecini hala devam ettiriyoruz’ diyor. Neyi devam ettiriyorsunuz, ya her şey ortada. Bana göre çözüm süreci –dün de söyledim- buzdolabındadır. Şu anda milli birlik ve kardeşlik projesi gündemdedir. Milli birlik ve kardeşlik projesine destek verenlerle bu yolda yürümeye varız. Bölücü örgüt ve onun güdümündeki parti, sorumluluklarının gereğini yerine getirmemiştir. Tam tersine sürekli istismarla, sürekli tahrikle tercihi şiddetten ve baskıdan yana kullanmıştır. Çünkü bunlar için yalan adeta itikadı bir meseledir. Terör örgütü 2013 yılından beri silahlarını toprağa gömmek, militanlarını sınırlarımız dışına çıkarmak yerine kendi aklınca devleti ve Hükümeti oyalayarak tahkimat yoluna gitme gayretini göstermiştir. Şu anda görüyorsunuz, operasyonlarda nasıl silahlar ortaya çıkıyor. İşte Hakkâri’de yolda toparlanan araçların kontrolünden çıkan silahları ekranlarda izlediniz değil mi? Tamamen yığınak yapıyorlar. Sığınıkta Suriye’den yığınaklar yapılıyor. Niçin? Yarınlara. Maalesef bu konuda şu anda devletin çok daha gayretli, çok daha bu konularda yılmayacak şekilde operasyonlarına devam etmek suretiyle hangi evde ne var ne yok, istihbaratıyla, her şeyiyle bunu ortaya çıkarmak durumundadır. Ve ben bu konuda muhtarlarımızdan da destek bekliyorum; onu da söyleyeyim. Çünkü ben biliyorum ki, benim muhtarım hangi evde kim var, nedir ne değildir, bunu gelecek gayet uygun, sakin bir şekilde orada kaymakamına, gerekirse valisine, emniyet müdürüne bildirecek. Elbirliği yapacağız, dayanışma içerisinde olacağız, bunları siz gayet iyi bilirsiniz.
Çünkü biz bu yola ‘analar ağlamasın’ sözüyle çıkmıştık. Milletimizin umudunu boşa çıkarmamak, ülkeyi yeniden çatışma ortamına sürüklememek için mümkün olduğunca dikkatli hareket ettik, gerektiğinde dişimizi sıktık. Dikkat ederseniz, yine de çatışmaları yeniden başlatan devlet olmadı, terör örgütü kendisi bu yola başvurdu, bundan sonra artık ne devletin, ne de hükümetin vereceği herhangi bir taviz, atacağı herhangi bir adım yoktur, çünkü yapılması gereken her şey yapılmıştır.
Bir kez daha tekrar ediyorum; terör örgütü silahlarını bırakmadığı, militanlarını ülke dışına çıkarmadığı, onun güdümündeki siyasi parti şiddeti ve tehdidi bırakıp demokrasinin safına geçmediği sürece, devletin tüm birimleriyle ülkeyi ve milleti korumak için üzerine düşenleri yapmaya devam edecektir. Sınırlarımız içinde ve dışında terör örgütünün tüm unsurlarına karşı gereken her türlü müdahale yapılacaktır. Paralel yapılanmaların ihanet zemininde kurdukları işbirliği asla buna mani olamayacaktır. Milletimiz müsterih olsun; çözüm sürecini bu ülkenin bekasının tehdidi haline dönüştürmeye çalışanlar mutlaka hüsrana uğrayacaklar.
Bununla birlikte, Türkiye’nin 1990’lara geri döndüğü iddialarını da kesinlikle ret ediyorum. 1990’ların Türkiye’sinde olanların birçoğu şu anda Parlamentoda, nasıl oluyor da 1990’ların Türkiye’sini konuşuyoruz? Nasıl şu anda Parlamento’da bulunuyorlar? Bu itham her şeyden önce milletimize haksızlıktır. Türkiye geçtiğimiz 12 yılda demokrasi, hak ve özgürlükler, kalkınma alanlarında elde ettiği kazanımlardan bir milim dahi geri gitmeyecektir. Tam tersine, 2023 hedeflerimiz doğrultusunda kararlı adımlarla yürümeye devam edeceğiz. Türkiye, demokrasi ve hukuk içinde terörün de, paralel yapıların da üstesinden gelebilecek imkâna ve iradeye sahiptir, bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Değerli kardeşlerim,
Bilindiği gibi 7 Haziran seçimleri hiçbir partinin tek başına iktidar olabilmesine veya hükümet kurabilmesine imkân tanımayan bir meclis tablosu ortaya koydu. Cumhurbaşkanı olarak ülkemizin böyle bir sıkıntıyla karış karşıya kalmasını asla arzu etmezdim, ama sonuç olarak karşımızdaki tablo budur. Tabi birileri zaman zaman çıkıyor, ‘Sayın Başbakan bir koalisyon hükümeti kurmak istiyor, ama Cumhurbaşkanı bunu engelliyor’ gibi yalan yanlış, iftira kokan ifadeler kullanıyorlar.
Değerli kardeşlerim,
Tabii ben şu ifadeyi sürekli kullandım, kullanıyorum: Sorunların çözümü için irade ortaya koyabilecek bir koalisyon hükümetinin oluşması konusunda ümidimizi biz muhafaza etmeye çalıştık, çalışıyoruz. Niye? Çünkü bu ülke hükümetsiz kalamaz. Cumhurbaşkanı olarak şahsıma düşen görev nedir? Anayasa’da belirtilen süreci işletmektir; ben şu anda bu süreci işletiyorum. Seçimde en çok oyu olan partinin genel başkanı da şu anda hâlihazırdaki başbakanımızdır, hükümeti kurma görevini de ben kendilerine verdim ve bu süreci başlattım. Sayın Başbakan şu anda hükümeti kurma görüşmelerini devam ettiriyor. Ama bu süreç içerisinde bakıyorsunuz yine farklı farklı yaklaşımlar ortaya konuluyor. İşte ‘Ana muhalefet ile iktidar birlikte koalisyon hükümeti kursunlar, ondan sonra görüşelim’ diyenler var; bütün bunların hepsini görüyoruz.
Sevgili kardeşlerim,
Anayasa’da belirtilen süreci ne yapıyoruz, işletiyoruz değil mi? Şimdi bu Anayasa’da belirtilen süreç içerisinde Sayın Başbakan 45 gün içerisinde kendisinin de, partisinin de inandıklarıyla mütenasip olabilecek bir ortak bulabilirse, farklı bir anlayışla bir ortaklık için adım atabilir. Ama o tabii kendi ilkeleriyle, kendi düşünceleriyle de karşı düşüncenin ne yapması lazım, örtüşmesi lazım. Herhalde örtüşmüyorsa intihar edecek hali de yoktur. Şimdi bunu tabii bu şekilde görmek lazım. Yani Anayasa’da belirtilen süre içinde koalisyon hükümetinin kurulması benim temennimdir. Bu süreç nedir? 45 gündür. Bu mümkün olmadığı takdirde - bunu da bilmenizi istiyorum- ya mevcut hükümetin azınlık hükümeti olarak devam etmek suretiyle bir erken seçime gitmesidir ki buna bir destek gerekiyor. Çünkü Parlamento’dan güvenoyu olması gerekir. Aksi takdirde, çünkü sunulacak olan bir kabine Parlamento’da güvenoyu almayabilir. O zaman da yeni bir görevlendirme süreci başlayacaktır. Ve tabii burada farklı alternatifler var. Meclis’in kalkıp bir geçici seçim hükümeti kurma şekli var, değişik şekilleri var bunların. Tabii burada da Parlamento’da temsil edilen siyasi partilerin güçleri oranında kurulacak geçici bir seçim hükümetinde ne olması gerekiyor? Temsil edilmesi gerekiyor, yer alması gerekiyor. Bunun da çeşitli faydaları var, zararları var. Bu fayda-zarar dengelemesini iyi yapmak gerekir. Anayasa’da belirtildiği şekilde bir seçim hükümeti teşkili yoluyla seçimlerin tekrarı yoluna, bütün bunlar denendikten sonra gidilecektir.
Türkiye’nin önündeki sorunlar güçlü bir siyasi iradenin gerekliliğini her geçen gün daha açık şekilde gösteriyor. Bunu sağlayacak yol hangisiyse onun izlenmesini temenni ediyorum. Demokrasinin ve siyasetin en önemli özelliği, işte bu tür durumlarda millet iradesine dayalı çözümü daima masada tutuyor olmaktır. Bir kez daha ben koalisyon görüşmelerinin hayırlı bir şekilde sonuçlanmasını diliyorum.
Değerli kardeşlerim;
Tplantının başında İçişleri Bakanlığımız yetkilileri tarafından sizlere bir sunum yapıldı. Bu sunumda sizlere Bakanlığımız bünyesinde kurulan Muhtar Bilgi Sistemi tanıtıldı. Bunları izlediniz değil mi? Biraz sonra geçeceğimiz yemek salonunda da her birinizin önünde birer muhtar bilgi formu olacak. Aynı form sizlere tanıtımı yapılan ve internet üzerinden ulaşabileceğiniz sistemde de mevcut. İster masanızdaki formu, ister internetteki formu doldurarak diğer kurumlarla ilgili taleplerinizi, ihtiyaçlarınızı, beklentilerinizi, şikâyetlerinizi Bakanlığımıza bildirebilirsiniz. Bakanlığımız tüm bu talepleri sizlerin adına ilgili kurumlar nezdinde takip edecek ve inşallah neticelendirecektir. Eğer oradan netice alamazsanız doğrudan valiliklere, Bakanlığa, Başbakanlığa, hatta Cumhurbaşkanlığına kadar meselenizi takip etmelisiniz. Ama önce oraları ne yapacaksınız? Bitireceksiniz, ondan sonra da bize müracaatınızı yapabilirsiniz. Böyle bir takibin neticesiz kalmasının mümkün olmadığına inanıyorum.
Seçimle işbaşına gelmiş bizler için en büyük mükâfat, derdine derman bulunmasına vesile olduğumuz vatandaşlarımızın gönüllerinden kopup gelen bir ‘Allah razı olsun’ sözüdür. Bu duygu, hiçbir maddi karşılıkla mukayese edilemez. Ben tüm siz değerli muhtar kardeşlerimin vatandaşlarımıza, onların dertlerine, sıkıntılarına böyle bir samimiyetle yaklaştığına inanıyorum.
Bir kez daha Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni, milletin evini teşrifiniz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Mahallelerinizdeki, köylerinizdeki her bir kardeşime selamlarımı, saygılarımı, muhabbetlerimi iletmenizi rica ediyorum.
Biraz sonra yemekte yine tekrar bir arada olacağız. Şimdilik sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyor, Allah yar ve yardımcımız olsun diyorum.