BM Çölleşme İle Mücadele 12. Taraflar Konferansı’nda Yaptıkları Konuşma

20.10.2015

Sayın bakanlar,

Değerli katılımcılar,

Hanımefendiler, beyefendiler;

Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Türkiye’ye ve Ankara’ya hoş geldiniz.

Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi 12. Taraflar Konferansı’nın ülkemiz, bölgemiz, tüm dünya ve insanlık için hayırlara vesile olmasını diliyorum.

Ankara’da ilk kez bu boyutta bir uluslararası çevre konferansına ev sahipliği yapıyoruz. Bu önemli konferans vesilesiyle sizleri başkentimizde misafir etmekten büyük bir memnuniyet duyuyorum.

12. Taraflar Konferansı sürdürülebilir kalkınma gündeminin önemli bir dönemine denk geliyor. Konferans, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ’nin Eylül’de New York’ta kabul edilmesinin hemen sonrasında, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin Aralık’taki 21. Paris Taraflar Konferansı’nın ise hemen öncesinde gerçekleşiyor. Bu önemli konferansı düzenledikleri için Orman ve Su İşleri Bakanlığımıza, Sayın Bakan ve ekibine, destek veren kurumlarımıza huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Konferansa yurt içinden ve yurt dışından iştirak eden tüm değerli misafirlerimize, dostlarımıza verecekleri katkılar için şimdiden şükranlarımı sunuyorum.

Değerli misafirler, küresel ısınma, iklim değişikliği, çölleşme ve kuraklık, günümüzün en önemli meseleleri arasında yer alıyor. 4 milyar hektardan fazla bir alanı etkileyen, 110’dan fazla ülkede yaklaşık 1,2 milyar insanı doğrudan tehdit eden çölleşme, arazi bozulumu ve kuraklık aynı zamanda küresel bir problemdir. Dünyadaki hiç kimse bu problemin etkilerinden azade değildir.

Bu sorunlar çevrenin yanında ekonomiyi, güvenliği, kalkınmayı ve sosyal hayatı da birinci derecede etkilemektedir. Günümüzde çatışma ve savaşlardan sonra insanları yerlerini terk etmeye zorlayan sebeplerin başında çölleşme sorunu geliyor.

Her yıl 100 milyon hektardan fazla tarım arazisini kaybediyor ve 5.2 milyon hektar orman arazisini de tahrip ediyoruz. Yaklaşık 1 milyar insan bu sebeple yeterli beslenemiyor. Toprakların kötü kullanımı nedeniyle 2035 yılına kadar küresel gıda üretiminin yüzde 12 azalması bekleniyor.

Bu olumsuz tablonun en büyük mağdurları da az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdir. Endüstrileşmiş ülkelerin yapmakta olduğu tahribatın bedelini Afrika, Güney Amerika ve Güney Asya’dakiler başta olmak üzere fakir ülkeler ödemektedir. Az gelişmiş ülkeler, ortaya çıkmasında neredeyse hiçbir sorumluluklarının olmadığı bir sorunun ağır yükü altında ezilmektedirler. Bu adaletsiz tablonun daha fazla sürdürülemeyeceğini artık herkesin idrak etmesi gerekiyor. Palyatif tedbirlerle, günübirlik politikalarla, sadece ve sadece belli ülkelerin çıkarlarını merkeze alan yaklaşımlarla bu sorunu çözümeyiz.

Bu karamsar gidişatın tersine çevrilebilmesi, soruna köklü çözüm bulunabilmesi için şu gerçeği kabul etmemiz gerekiyor: Bugün hepimizi etkileyen bu küresel sorunun esas sebebi; insanın kendisine, çevresine ve kadim değerlere yabancılaşmasıdır. Kutsalı ve metafiziği hayatından çıkaran insan, kendisiyle beraber çevresine de yabancılaşmıştır. Dünyadaki yerini tespit konusunda boşluğa düşen insan, hayatı paylaştığı diğer varlıklara da bigâne kalmıştır.

Tabiat, doğa, hava, su, deniz, çevre, hayvanlar, toprak… Tüm bunlar insan için bir şekilde yaşamını beraber idame ettirdiği varlıklar olarak değil, tahakküm altına alınması gereken unsurlar olarak görülmüştür. Bu yabancılaşmanın çarpık etkilerine, çevre ve doğayla birlikte, insanın insanla olan ilişkilerinde de şahit oluyoruz. 16. yüzyılda başlayan, 18. ve 19. yüzyıllarda zirveye ulaşan sömürgecilik hareketleri ve köle ticareti işte bu çarpık anlayışın ürünüdür.

Kendi dışında her şeyi ötekileştiren, öteki olarak tanımladıklarına da hiçbir değer vermeyen bu bakış açısı, maalesef son 3 asrımıza damgasını vurmuştur. Batıda sanayi devrimi sürecinde insanla tabiat arasındaki hassas denge öylesine hoyratça, öylesine tehlikeli bir şekilde bozulmuştur ki, insanlar bu dehşet verici durum karşısında harekete geçme gereği duymuşlardır. Aynı şekilde 2. Dünya Savaşı’nda ilk defa kullanılan atom bombası atıldığı yerin ve dönemin ötesinde etkileri yıllarca hissedilen tahribatlara yol açmıştır.

Değerli misafirler, tabiat sadece ağaçtan, bitkiden, havadan, sudan, doğal kaynaklardan ibaret bir şey değildir. Tabiat, bizatihi bireyin, toplumun, yani insanın varlığıyla ilgili bir husustur. İnsan varlığının tehlikeye girdiği, yok olma tehdidi altında bulunduğu bir yerde, üretimin, kalkınmanın, teknolojinin önemi yoktur, olamaz. İnsanın bizzat içinde var olduğu çevreyi tahrip eden bir büyüme anlayışının geleceği karanlıktır.

Burada şu gerçeği de ifade etmek isterim: Toplumdan kopuk, ülkenin tarihiyle, milletin değerleriyle örtüşmeyen bir çevrecilik yaklaşımının da başarı olması, bu tehlikeli gidişin önüne geçebilmesi mümkün değildir. Artık çevre meselesi tabiat-insan ilişkileri bağlamında yeniden ele alınmalı, insanların manevi dünyalarındaki asli yerine oturtulmalıdır. Dünyada ve ülkemizde çevre sorunlarıyla ilgili çözümlerin de bu çerçevede üretilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Yaşadığımız toprakları sadece atalarımızdan bir miras değil, aynı zamanda çocuklarımızın bizlere bir emaneti olarak görmeliyiz. Zira yarın çocuklarımız var ve onlara bizim böyle bir emaneti devretmemiz gerekiyor. Sadece bugünü değil, yarınları sadece kendimizi değil çocuklarımızı, sonraki nesilleri de düşünmeliyiz.

İşte bu anlayışla, biz çevre politikalarımızı dünya standartlarına uygun olarak oluşturuyoruz. Örneğin, pek çok gelişmiş ülkenin onaylamaktan imtina ettiği Kyoto Protokolünü Başbakanlığım döneminde 2009 yılında onayladık. Aynı şekilde Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde ülkelerin büyük bölümünün en sona bıraktığı çevre faslını biz en başta açtık. Bu gelişmelere bağlı olarak, çevreye karşı işlenen suçları Türk Ceza Kanununun kapsamına aldık, yenilebilir enerji çalışmalarına öncelik verdik.

Diğer yandan, ülkelere ve halklara sadece yeraltı kaynaklarının değeriyle bakanlar çok büyük acıların yaşanmasına yol açıyorlar. Bugün dünyanın pek çok yerinde insanlığın ve tabiatın varlığına yönelik suçlar işlenirken, maalesef uluslararası toplum iyi bir imtihan vermiyor. Hemen yanı başımızdaki Suriye’de, -daha yeni aldığım rakamı söyleyeceğim- 366 bin sivil katledilirken, insanlığın ortak mirası olan bir tarih maddi ve manevi unsurlarıyla yok edilirken dünya olup bitene sadece seyirci kaldı. Ülkede 12 milyon insan evinden, yurdundan edilirken, bunların yaklaşık yarısı ülkemizde olmak üzere 5 milyonu sınırları dışına Lübnan, Ürdün gibi ülkelere sığınırken gibi, uluslararası toplum gelişmeleri adeta görmezden geldi.

Şu anda bizde 2,5 milyon Suriye ve Iraklı var, bunların 2 milyon 200 bini Suriyeli, 300 bini Iraklı ve şu ana kadar yaptığımız harcama 8 milyar dolardır, dünyadan bize gelen destek 417 milyon dolardır; böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Batılı ülkelerin vatandaşları için en temel hak olarak kabul edilen hayat hakkı, demokrasi ve özgürlükler, Suriye halkına bir lüks olarak görülüyor. Aynı şekilde Mısır’da demokratik haklarını talep edenlerin, Filistin’de onurlarını koruyanların hakları ayaklar altına alınırken, tüm dünya adeta 3 maymunu oynadı. Hani demokrasi, hani hak ve özgürlükler? Demokrasi sadece egemen güçler için mi var? Demokrasi, hak ve özgürlükler az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler için, o ülkelerin insanları için geçerli değil mi? Bunları konuşunca birileri rahatsız oluyor. Olsalar da olmasalar da biz doğruyu, hakkı her yerde söylemeye devam edeceğiz.

Geçtiğimiz yüzyıl doğal kaynaklara sahip olma uğrunda insanlığın feda edildiği, adaletin askıya alındığı bir dönemdi. 21. yüzyılda bu acımasız sistemin devam edemeyeceğini artık hep birlikte idrak etmeliyiz. İnsana sadece ve sadece insan olduğu için değer vermeyen böyle bir anlayışın, küresel güvenliği ve huzuru sağlaması söz konusu olamaz. Vicdanların çölleştiği bir dünyada toprağın çölleşmesini önlemek mümkün değildir. Önce vicdanları adaletle, ötekine saygıyla, barışla, merhametle zenginleştireceğiz ki toprakları da kurtarabilelim. Biz çevre melesine, çölleşme meselesine işte bu şekilde yaklaşıyoruz.

Değerli misafirler, ‘Kıyametin kopacağını bilseniz dahi elinizdeki fidanı dikin.’ diye buyuran İslam Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S), ümmetiyle birlikte tüm insanlığa da son derece önemli bir miras bırakmıştır. Biz de bu anlayışla, çölleşmeyle mücadele ve ağaçlandırma alanında çok ciddi adımlar attık, atıyoruz.

Türkiye erozyonla mücadelede dünya lideridir ve orman alanını arttıran nadir ülkelerden biridir. Son 12 yılda 4 milyon hektar, yani takriben 40 milyon dekar alanda ağaçlandırma ve rehabilitasyon çalışması yaptık. 2002 yılından bugüne kadar toplam 3 milyar 250 milyon adet fidanı toprakla buluşturduk. Orman varlığımız 21.7 milyon hektara ulaştı. 900 bin hektar, yani 9 milyon dekar yeni orman alanı ülkemize kazandırdık. Hedefimiz, 2023 yılında orman alanımızı ülke yüzölçümünün yüzde 30’una yükseltmektir.

Yaptığımız çalışmalar sonunda, 1970’li yıllarda erozyonla taşınan toprak miktarı, 500 milyon ton iken, 2014 yılı sonu itibarıyla bu rakam 168 milyon tona inmiştir. Son 4 yılda ağaçlandırdığımız alanın neredeyse Belçika’nın yüzölçümü kadar olduğunun altını çizmek isterim. Orman ve Su İşler Bakanlığımız, enerji, sulama, içme suyu, taşkın koruma sektörlerinde 2003 yılından 2014 yılı sonuna kadar bugünün fiyatlarıyla yaklaşık 93 milyar lira yatırım gerçekleştirdi.

Geçtiğimiz 13 yıllık dönemde 2559 tesisi tamamlayarak aziz milletimizin hizmetine sunduk. Bunlar arasında 18’i büyük HES (hidroelektrik santral) olmak üzere 279 baraj ve 259 gölet de bulunuyor.

Küresel iklim değişikliğine bağlı olarak yağışların miktarında ve şiddetinde farklılıklar meydana geliyor, yağış miktarının değişkenliği de erozyonlara yol açıyor. Ülkemizde son yıllarda sıkça görülen sellerin doğurduğu taşkın felaketlerine çözüm üretmek için çalışmalar yürütüyoruz. Özellikle akarsu ve dere yataklarını ıslah ediyoruz, bu çerçevede 12 yılda toplam 1515 adet taşkın koruma tesisi inşa ettik.

Son 10 yılda ortalama yüzde 5’lik bir büyüme oranı yakalayan Türkiye, aynı dönemde karbon yoğunluğunu yüzde 6 azaltarak iklim dostu bir büyüme süreci yaşamıştır. Türkiye genelinde atık yönetimi, iklim dostu teknoloji ve enerji kaynaklarının kullanımı, hava, su ve toprak kalitesinin iyileştirilmesi yönünde önemli gelişmeler kaydettik. Enerji alanında özellikle yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına hızlı geçiş sağlama konusunda çalışmalarımız devam ediyor.

Ayrıca ülke genelinde büyük bir kentsel dönüşüm faaliyeti başlattık. Bu yenilenme sonucunda sadece binalarda enerji kullanımında yaklaşık yüzde 40 oranında tasarruf sağlamayı planlıyoruz. Ulaştırmadan kaynaklanan sera gazı emisyonlarının azaltılmasına yönelik projelerimizi de bir bir hayata geçiriyoruz.

Asya ve Avrupa kıtalarını İstanbul Boğazının altından raylı sistemle birbirine bağlayan Marmaray, tüm dünyaya örnek olacak projelerimizden biridir. Yine bu alanda yeşil liman ve yeşil havalimanı uygulamalarına öncelik veriyor, şehir içi ulaşımda toplu taşımayı yaygınlaştırmaya, yeni raylı sistemler inşa etmeye de gayret ediyoruz. İstanbul’da inşası süren yeni havalimanımız tamamen çevre dostu olarak tasarlandı. Bu çalışmaları kesintisiz devam ettireceğiz. Yıllık kapasitesi 150 milyon yolcu olan bu havalimanımız, aynı zamanda çevre dostu bir havalimanıdır.

Değerli misafirler; gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için bir dönüm noktasındayız. Bu konuda hepimize önemli sorumluluklar düşüyor. Burada tüm dünya ülkeleri olarak dayanışmamız şart, yardımlaşmamız şart, bunu yapmamız gerekiyor. Bilgiyi paylaşmada kıskanç davranmamak gerekiyor. İmkanları paylaşmada kıskanç davranmamak gerekiyor. Bu imkanları paylaşmak bizim hem insani, hem vicdani görevimizdir diye düşünüyorum. Somut adımların atılabilmesi için Paris 21. Taraflar Konferansı sırasında adil, kapsayıcı, esnek ve bağlayıcı bir sistem kurulması gerekiyor. Bu husus bilhassa yeşil teknolojinin transferine ve finansmanına dair samimi düzenlemeleri gerekli kılıyor.

1 Aralık 2014’ten beri yürüttüğümüz G-20 Dönem Başkanlığımız sırasında bu hassasiyetlerimizin dünya gündeminde hak ettiği yeri alması için çok yoğun çaba sarf ettik. Önceliklerimizi; kapsayıcılık, bunu yanında uygulama ve büyüme içinde yatırımlar olarak belirledik. Sürdürülebilir kalkınma için enerji ve iklim değişikliğinin finansmanı üzerinde özellikle duruyoruz. Dönem başkanlığımız sırasında iklim değişikliğiyle mücadele bağlamında halihazır fonlara ilişkin bir envanter hazırlandı ve G-20 gündemi içinde özellikle iklim değişikliği de görüşülecek konular arasında yer alacaktır.

Ayrıca gelişmekte olan ülkeler, küçük ada devletleri ve Afrika ülkelerinin iklim değişikliğine uyum amacıyla finansman imkânlarına ulaşabilmeleri için araçlar geliştirildi. Amacımız, tüm dünyada refahı artırırken bilhassa en az gelişmiş ülkelerde yoksullukla mücadele ve sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasıdır.

Bu bağlamda Ankara Taraflar Konferansı sonuçlarının Paris Taraflar Konferansı’na yapıcı ve somut katkı sağlamasını temenni ediyorum. Yine bu konferans sonuçlarının en az gelişmiş ülkelerdeki yoksulluğun azaltılması çabalarına ivme kazandıracağına ve gıda güvenliğine katkı sağlayacağına inanıyorum. İnşallah el ele vererek belirlediğimiz hedeflere hep birlikte ulaşacağız.

Bu düşüncelerle sözlerime son verirken, bir kez daha Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Ankara Taraflar Konferansına başarılar diliyorum. Konferansa katkı veren herkese teşekkür ediyor, hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.