Belçika Egmont Uluslararası İlişkiler Kraliyet Enstitüsü’nde Yaptıkları Konuşma

05.10.2015

Değerli misafirler,

Hanımefendiler,

Beyefendiler,

Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.

Egmont Uluslararası İlişkiler Kraliyet Enstitüsü gibi köklü bir kurumda sizlerle biraraya gelmekten duyduğum memnuniyeti özellikle ifade etmek istiyorum.

Bu vesileyle Majesteleri Kral ve Kraliçe’ye ilişkilerimizde bir ilki teşkil eden bu ziyarette bana ve eşime gösterdikleri sıcak ilgi ve misafirperverlik için teşekkür ediyorum.

Türkiye, Avrupa’nın en önemli kültür olaylarından biri olan Europalia Festivalinin bu yılki onur konuğu. Ülkemizin eşine az rastlanır zenginlikteki kültürel birikiminin Avrupa’nın başkenti Brüksel’de ve Belçika’nın diğer şehirlerinde sergilenecek olmasını önemli görüyorum. Bu tür ilişkilerin gelecekte daha güçlü işbirlikleri için bizleri teşvik edeceğine inanıyorum.

Değerli misafirler; Avrupa’yı harap eden İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yarım asır, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından ise çeyrek asır geçti. Teknolojinin insanları topluca yok etmek için kullanıldığı ilk savaş olan Birinci Dünya Savaşı ise bir asır geride kaldı.

Bu devasa yıkımlardan dersini almış, sınavını vermiş olan Avrupa’nın başkentinde bugün sadece barış, istikrar ve refahtan bahsedilebiliyor olmayı özellikle isterdik. Ancak ne yazık ki şu an ben bu konuşmayı yaptığım şu sıralarda bölgemizde yaşanan hadiseler bize iyimser bir tablodan bahsetme imkânı vermiyor. İklim değişikliği ve fakirlik başta olmak üzere tüm insanlık ailesini yüzyıllarca etkileyecek sorunlarla karşı karşıyayız.

Bunun yanında Suriye’deki büyük insani trajedi ve Avrupa’nın kapılarına dayanmış yüzbinlerce çaresiz insanın durumu ortada. Meşruiyetini yitirmiş rejimlerin ne pahasına olursa olsun iktidarda tutunmaya çalışmasının yol açtığı dramlarla her gün yüzleşmek zorunda kalıyoruz.

Binlerce yıldır medeniyetlere beşiklik yapmış, bir bakıma dünyanın merkezi sayılan Akdeniz, bugün kıyılarımıza zavallı masum bebeklerin cansız bedenlerini bırakan bir can ve kan denizine dönüşmüş durumda. Dünya ve Avrupa bu dramı ancak 2 Eylül’de güne minik Aylan’ın Bodrum sahilimizde yatan cansız fotoğrafıyla uyandığında dikkatini yöneltebilmiştir.

Üstelik minik Aylan, Akdeniz’in, Ege’nin sularında yitip giden ne ilk, ne de son candır. Suriye’deki rejim, 2011’den özellikle şu ana kadar elindeki her türlü silahla kendi halkına terör ve şiddet uyguluyor. Şu ana kadar yaklaşık 350 bin insanın, evet canını bunlar yok ettiler. Ülkede 4 yılı aşkın bir süredir sivil halka karşı kadın, çocuk, yaşlı ayrımı gözetilmeksizin, pazaryeri, okul, ibadethane denilmeden varil bombalarıyla, füzelerle, kimyasal silahlarla katliam yapılıyor.

Suriye krizi yakın tarihin İkinci Dünya Savaşından sonraki en büyük insani trajedisine yol açtı. Koskoca bir ülke nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan 12 milyon kişi yerinden, yurdundan, evinden oldu. Bunların 5 milyonu ülke dışına gitmek mecburiyetinde kaldı. Türkiye, çaresizlik içindeki 2.2 milyon Suriyeliye ev sahipliği yaptı. Bunun yanında 300 bin kişi de Irak’tan kabul etmiş durumdayız. Toplamda 2,5 milyon. Hiçbir dini ve etnik köken ayrımı gözetmeksizin kapılarımızı açtığımız bu insanların tüm ihtiyaçlarını kendi imkânlarımızla gidermeye çalışıyoruz.

Suriye’den gelenler için yaptığımız harcamalar şu anda 7,5 milyar doları aştı. Dışarıdan gelen yardımların toplam tutarı ise 417 milyon doları ancak buldu. Bu tablo sürdürülebilir değildir. Hâlihazırda dünyada en fazla sayıda mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumuna gelmiş durumdayız. Buna rağmen açık kapı politikamızı insani sebeplerle devam ettiriyoruz. Türkiye’nin bu tutumuyla tüm insanlığın vicdanına hitap ettiğine inanıyorum. Avrupa ülkeleri Türkiye’nin krizin ilk günlerinden bu yana yaptığı fedakârlığı artık görmesi ve anlaması gerekir diye düşünüyorum.

Uluslararası toplumdan komşu ülkelerle yük paylaşımı konusunda süratle adım atmalarını bekliyoruz. Ülkelerimizin sağladığı koruma, yardım ve hizmetler sayesinde 2.2 milyon Suriye vatandaşı güven içinde hayatlarını sürdürüyor. Böylece Avrupa Birliği değerlerini Birlik üyesi ülkelerden daha fazla sahiplenmiş oluyoruz.

Tablonun ne derece çarpıcı olduğunu göstermek için sizlerle birkaç rakamı paylaşmak istiyorum. Suriyeli göçmen krizinin baş gösterdiği dönem içinde Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 60 bini buldu. Kamplarda her gün 100 civarında bebek dünyaya geliyor. Geçtiğimiz hafta Türkiye’de okullar açıldı. Ülkemizde 600 bin civarında okul çağında Suriyeli çocuk bulunuyor. Bunların ancak üçte biri eğitim hizmeti alabiliyor. İlave okul, derslik ve öğretmen ihtiyacı her geçen gün büyüyor. Üstelik bu çocukların arasında anne babalarını Suriye’deki çatışmalarda kaybeden yetimler, öksüzler de bulunuyor. Bir de minik Aylan’ın ailesi gibi ulaşmak istedikleri noktaya hiç ulaşamayan Suriyeliler var.

Avrupa’ya geçmek için hayatlarını Akdeniz’in, Ege’nin sularında riske atan Suriyelilerin dramı her geçen gün ağırlaşıyor. 2015 yılı başından bu yana Sahil Güvenlik Komutanlığımız 1 Ocak’tan itibaren 60 bine yakın bu tür göçmeni Akdeniz’in sularından kurtarmak suretiyle sahile çıkardı. ‘Bırakın ölsün’ demedi, kurtardı. Son beş yılın toplamından fazla olan bu rakam, krizin katlanarak büyüdüğüne işaret ediyor.

Türkiye’nin diğer güney komşusu Irak’ta da ihtiyacı olanlara yardım elini uzattığımızı burada ifade etmek istiyorum. Irak’taki güvenlik boşluğu sebebiyle yerlerinden edilenler için ülkenin kuzeyinde yaklaşık 40 bin kişiyi barındıran üç adet kamp kurduk. DAEŞ tehdidinden kaçan 20 bini Hristiyan ve Ezidi olmak üzere toplam 200 binden fazla Iraklıyı halen ülkemizde ağırlıyoruz.

Değerli misafirler, Küresel Göç ve Kalkınma Forumu Dönem Başkanı olarak geçtiğimiz Temmuz ayında yine burada, Brüksel’de Avrupa Birliği ve diğer ilgili tarafların katılımıyla Akdeniz’de göç konulu bir toplantı düzenledik. Göçün sadece bir güvenlik meselesi olmadığı, nesiller boyu hissedilecek etkileri olan bir insanlık trajedisi olduğu bu toplantıda ifade edildi.

Göç karşısında siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutu olan kalıcı çözümler üretilmesinin şart olduğu yine burada vurgulandı. Önerimiz çerçevesinde Birleşmiş Milletler 70. Genel Kurulunda Akdeniz havzasındaki düzensiz göçmenlerin ve özellikle Suriyeli sığınmacıların trajedilerine ilişkin küresel farkındalık başlığı altında bir konu ele alındı.

Bu girişim, küresel farkındalık oluşturulması bakımından önem taşıyor. Ve biz ‘Dünya 5’ten büyüktür’ itirazımızı her platformda dile getirmeyi, uluslararası düzeyde adil bir küresel güvenlik anlayışı ve mekanizması oluşması için mücadele etmeyi sürdüreceğiz.

Tekrar altını çizmek istiyorum; Suriye’de karşı karşıya olduğumuz bu insani dramın bertaraf edilmesi, ancak sorunun kökenine inmekle mümkün olacaktır. Ülkeye barışın gelmesi veya istikrarın yeniden tesisi, rejimin değişmesini sağlayacak kontrollü bir geçiş süreciyle mümkün olabilir.

Bu rejim, önce DAEŞ gibi vahşi ve barbar bir örgütle işbirliği yaparak terörün önünü açtı. Sonra da bununla mücadele etme sorumluluğunu uluslararası topluma yükledi. Pek çok ülke de sırf kendi işine geldiği için bu oyuna ortak oldu, eşlik etti. Suriye’de terör ve aşırıcılıkla mücadeleyi ancak tüm Suriyelileri kucaklayabilen meşru bir hükümet verebilir, bu hükümet değil. Çünkü bunlar bir terör devletinin yöneticileridir.

Yaşanan gelişmeler Türkiye’nin ‘terörden arındırılmış bölge’ veya ‘güvenli bölge’ konusundaki çağrılarının ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gösterdi. Suriye’de DAEŞ’ten temizlenen bölgelerin ılımlı muhaliflerce güvenlik altına alınabilmesi, sorunun çözümüne yönelik çok önemli bir adım olacaktır. Suriye’de yaşananlar eğer bir an önce çözüm yolu açılmazsa, tüm bölge, tüm dünya için ciddi bir tehdit haline dönüşme yolundadır. Uluslararası toplumun artık üzerine düşeni bir an önce yapması gerekiyor. Zaman hepimizin aleyhine dönüşüyor.

Bugün Sayın Schulz’la yaptığım görüşmede, Sayın Donald’la yaptığım görüşmede, Sayın Juncker’le yaptığım görüşmede hepsinin gündeminde de bunun olduğunu gördüm. Bu nedenle en kısa sürede bir geçiş hükümeti kurulmalıdır. Bu geçiş hükümetinin halk tarafından kabul görmesi, meşruiyeti açısından çok önemlidir. Türkiye bu konuda üzerine düşeni yapmaya hazırdır.

Aynı şekilde Irak’taki istikrarsızlık da ülkemiz dahil tüm bölgeyi etkiliyor. Irak’ta barış ve istikrarın hakim olması için çabalarımızı ilk günden bu yana kararlılıkla sürdürüyoruz. Henüz hiçbir ülkenin DAEŞ’e karşı harekete geçmediği dönemde, Musul’un teröristlerin eline düştüğü ilk günden itibaren Irak’a insani yardımlarda bulunan ülke Türkiye’dir.

Irak’ta geçmişten beri hakim olan mezhepçi siyaset, ülkedeki istikrarsızlığı derinleştirdi. Mezhep temelinde yaşanan gerilim DAEŞ gibi terör örgütlerinin güçlenmesine zemin hazırladı. Bu ortamda DAEŞ tehlikesinin bertaraf edilebilmesinin yolu, Irak Hükümetinin dışlanmış halk kesimlerine yönelik olarak hayata geçireceği kucaklayıcı, kapsayıcı politikalardan geçiyor.

Değerli misafirler;

Türkiye onlarca yıl terör mücadelesini veren bir ülkedir. Bu bela ile çok uğraştık. 11 Eylül saldırıları sonrasında ortaya çıkan yeni güvenlik endişeleri karşısında Türkiye küresel terör konusunda kararlı duruşunu ve dayanışmasını açıkça ortaya koymuştur. Terörizmle Mücadele Küresel Forumu’nun eşbaşkanlığını 2011 yılından bu yana ABD ile birlikte sürdürüyoruz.

Alınan tüm önlemlere rağmen terörizm hala uluslararası barış, güvenlik ve istikrara yönelik en önemli tehditlerin başında geliyor. Suriye ve Irak’ta süren karışıklık terörizm denen illetin kök salıp gelişmesi için verimli bir ortam oluşturuyor. Bu ülkelerle ortaya çıkan tehdit, tüm Ortadoğu’yu, Kuzey Afrika’yı ve hatta Avrupa’yı etkisi altına almaya başladı.

Türkiye terörün her türlüsüne gerekçesi ve amacı ne olursa olsun şiddetle karşıdır. Terörizmi herhangi bir din veya etnik grupla ilişkilendirmek, kabul edilemez bir anlayıştır. Böyle bir ilişkilendirme sadece teröristlerin işine yarayacaktır. Bu bakımdan ‘mücahit, İslamcı, cihatçı’; bu tür kavramların dini istismar eden terörist gruplar için kullanılmasına kesinlikle karşıyız.

Bu kavramların İslam dininin mensupları için taşıdığı anlama herkes saygı göstermelidir. Terörü sadece terör, teröristi sadece terörist olarak tanımlamak yeter. İlla başına-sonuna takılar getirmek gerekmiyor. Nasıl ‘Hristiyan terörü’, ‘Musevi terörü’, ‘Budist terörü’ gibi ifadeler kullanılamıyorsa, ‘İslami terör’ ifadesinden de kaçınılmalıdır.

Suriye ve Irak’ta etkin olan DAEŞ terör örgütü en büyük zararı İslam dininin mensuplarına verdi ve veriyor. Çünkü bu örgütün vahşice öldürdüğü kişilerin tamamına yakın bölümü bu dinin mensuplarıdır. Türkiye’nin DAEŞ’le ilgili tutumu en başından beri bellidir, açıktır. Türkiye bu örgütü 2005 yılında eski isimleri altında terör örgütü olarak tanımış, 2013 yılında da yeni adıyla terör örgütü olarak kabul etmiştir.

DAEŞ’le mücadele uluslararası koalisyonu çerçevesinde kurulan yabancı terörist savaşçılar çalışma grubunun eşbaşkanlığını Hollanda ile birlikte yürütüyoruz. Yabancı terörist savaşçılar olgusu da Suriye kriziyle birlikte uluslararası toplumun öncelikli sorunlarından biri haline geldi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine göre Irak ve Suriye’de 100’ü aşkın ülkeden toplam 25 bin civarında yabancı terörist savaşçı DAEŞ’e katılmış durumda.

Türkiye, yabancı terörist savaşçılarla mücadele kapsamında çeşitli devletlerden 20 bine yakın kişiye ülkeye giriş yasağı koymuştur. Terör örgütleriyle ilişkisi olduğundan şüphelenilen ve yasa dışı yollarla ülkemize giriş yapan yabancılar ilgili kurumlarımızca tespit edilerek tutuklanıyor ve sınır dışı ediliyor. 2011 yılından itibaren çatışma bölgelerine yasa dışı yollarla geçmeye çalıştığı tespit edilen 2 binden fazla kişi bu şekilde sınır dışı edildi. Yabancı terörist savaşçıların öncelikle kaynak ülkelerde durdurulmasını beklediğimizi tüm muhataplarımız biliyor. Bu konuda ilgili makamlarımız diğer ülke makamlarıyla her türlü iş birliğine açıktır. Kendi vatandaşlarının çıkışını engellemeyen, vaktinde somut ve yeterli düzeyde bilgi paylaşımını bizimle paylaşamayanlar, daha sonra ‘Türkiye niçin böyle yapıyor?’ deme hakkına da sahip değildir.

Türkiye, güney komşularında yaşanan ve kendisinden kaynaklanmayan sorunların ortaya çıkardığı terörizme mücadele eden bir Avrupa ülkesidir. Bu gerçeği kimse gözden kaçırmamalıdır. Bunun için yabancı terörist savaşçılar başta olmak üzere Türkiye’nin karşı karşıya olduğu terörizm sorununun çözümünde Avrupalı dostlarımızdan destek bekliyoruz.

Değerli misafirler;

Terörizm bugün Türkiye’nin sınırları içinde de ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmış durumdadır. 20 Temmuz 2015 tarihinde Suruç’ta basın açıklaması yapmakta olan sivil bir gruba DAEŞ üyesi bir intihar bombacısı tarafından saldırı düzenlendi. Olayda 33 kişi hayatını kaybetti, 100’den fazla kişi de yaralandı. Türkiye’nin istikrar ve güvenliğini hedef alan bu saldırı, terörist grupların ülkemize yönelik doğrudan ve muhtemel tehdidinin açık bir göstergesidir.

Son yıllarda insan hakları ve özgürlükler yolunda attığımız kapsamlı adımlarla bütün bu adımlara rağmen bu saldırının ertesi günü PKK terör örgütü bir başka ilçemizdeki polislerimizi evlerinde alçakça, uyurken şehit etti. 20 Temmuz’daki Suruç saldırısından itibaren bugüne kadar yaklaşık 140 güvenlik görevlimiz terör örgütü tarafından şehit edildi. 2’si çocuk 43 sivil vatandaşımız öldürüldü. Aynı dönemde 536 güvenlik görevlimiz ile 288 sivil vatandaşımız da terör örgütünün eylemlerinde yaralandı. Son dönemde artan saldırıları 2013 yılında ülke dışına çıkmış olması gereken PKK’nın silahlı unsurlarının halen faal olduğunu göstermiştir.

Burada şu gerçeğin tüm Avrupalı dostlarımız tarafından çok iyi bilinmesini özellikle istiyorum: Çözüm sürecini bozan PKK terörüdür, bu terör örgütüdür. Ve bu terör örgütü tıpkı bölgedeki diğer terör örgütleriyle olduğu gibi bunlarla mücadele hakkımız bakidir. Pek çok uluslararası kurumun ve ülkenin terörist listesinde bulunan bu örgüte karşı Avrupa’da ve tüm dünyada güçlü bir dayanışma sergilemek mecburiyetindeyiz.

Avrupa Birliği üyesi bütün ülkeler Avrupa Birliği’nin bir kararıyla PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor mu? Ediyor. Öyleyse bu terör örgütüne karşı hep birlikte dayanışma içerisinde olmamız şart. Çünkü PKK sadece Türkiye’nin değil bölgenin tamamının istikrarına, bölgedeki insanların tamamının güvenliğine yönelik bir tehdittir. İsmi DAEŞ olsun, PKK olsun, DHKP-C olsun fark etmez. Bu örgütlerin hepsi de insanlığı, evrensel hakları ve özgürlükleri demokrasiyi tehdit eden terörist unsurlardır.

Türkiye vatandaşlarının temel haklarını ve güvenliğini tehdit eden tüm terör örgütleriyle mücadele konusunda kararlıdır. Vatandaşlarımızın can güvenliği, yaşam hakkı dahil temel hak ve özgürlüklerini korumak bizim en başta gelen sorumluluğumuzdur. PKK ile birlikte Suriye ve Irak’ta faaliyet gösteren tüm terör odaklarını da hedef alan operasyonlar yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz. Bu operasyonlar uluslar arası hukuk çerçevesinde meşru müdafaa hakkımızın bir gereği olarak yürütülmektedir.

Güvenlik alanında aldığımız tedbirler, ekonomik, siyasi ve sosyal reformlardan vazgeçtiğimiz anlamına kesinlikle gelmiyor. Biz özgürlüklerle güvenlik arasındaki dengeyi kurma konusunda önemli tecrübelere sahip bir ülkeyiz. Bu konuda tüm dostlarımız müsterih olsun.

Değerli misafirler,

Tabii dünyadaki tek sorun terörizm değil. Dünya ekonomisi 2008-2009 döneminde yaşanan küresel mali kriz sonrasındaki ekonomik durgunluktan henüz tam olarak çıkamadı. Birçok ülkede ekonomik büyüme yavaş seyrediyor, istihdam sorunları devam ediyor. Dünya ticaret hacmi önemli ölçüde geriledi. Ekonomik büyüme ve istihdamın itici kuvveti olan altyapı yatırımları yetersiz bir düzeyde. Gelişen ve en az gelişmiş ülkeler arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor.

Türkiye olarak G-20 Dönem Başkanlığını işte böyle bir ortamda devraldık. Küresel ekonomik belirsizlik ve risklerle mücadelede uluslar arası işbirliği, koordinasyon ve dayanışmanın hayata geçirilmesi için çaba gösteriyoruz. Dünya çapında ekonomik büyümenin canlandırılması, dengeli ve sürdürülebilir bir büyüme eğilimi geliştirilmesi öncelikli hedeflerimiz arasında.

Sosyal adalet ve refahın eşit paylaşımına katkıda bulunulması konusunda da bu dönemi bir fırsat olarak görüyoruz. Bu doğrultuda Dönem Başkanlığımızı; kapsayıcılık, uygulama ve yatırım olmak üzere üç prensibe dayandırdık. Kalkınma ve güvenlik arasındaki bağlantıyı ve küresel vicdani sorumluluklarımızı göz önünde bulundurarak gelişmiş ülkelerle en az gelişmiş ülkeler arasında köprü olmaya çalışıyoruz.

Sağlıklı bir ekonomi, uluslararası güvenliğin olduğu kadar toplumsal huzurun da anahtarıdır. Ekonomik krizlerin toplumsal etkileri Avrupa’da hissedilmektedir. Yaşanan ekonomik sorunların yol açtığı toplumsal tepkilerin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi ilkel duygulara nasıl yol açtığına, farklılıklara yönelik korkuları nasıl tetiklediğine şahit olduk, oluyoruz.

21. yüzyılı barış ve refah çağı yapabilmek için hoşgörü ve karşılıklı saygıya önem vermeliyiz. Farklı kültürlere, farklı dinlere, farklı olan her şeye hoşgörüyle yaklaşabildiğimiz takdirde 20. yüzyıldan bize miras kalan o korkulardan arınabiliriz.

Farklı kültürleri birarada yaşatabilen ülke olarak Türkiye biliyorsunuz kesrette vahdet anlayışını kullanan, çoklukta birlik anlayışını kullanan bir kültürle bugüne geldi. Çeşitlilik içinde birlik bizim kesin ilkemizdir. Avrupa Birliği için bu büyük bir kazançtır. Türkiye, sahip olduğu kültürel derinlikle Avrupa’yı bir barış ve refah alanı haline getirme idealine önemli katkıda bulunacaktır. Türkiye’yi içine alan bir Avrupa Birliği dünyada uyum ve hoşgörünün hakim olduğu bir siyasi alan oluşturulabileceğinin de göstergesi olacaktır.

Avrupa, bir özgürlük ve refah, güvenlik alanı olarak tekrar büyüme yoluna girecekse Türkiye’nin verebileceği katkıları başka hiçbir ülke sunamaz, bundan emin olunuz. Çünkü Türkiye Avrupa Birliği’ne yük olmaya değil, aslında yük almaya geliyor. Küreselleşmenin fırsat ve riskleriyle bizleri daha da yakınlaştırdığı günümüzde dayanışmayla hareket etmeliyiz. Ortaklıklara ve işbirliğine dayandırabildiğimiz takdirde bu oluşumu daha güvenli, adil ve refah içinde bir geleceğe hep birlikte ulaşabiliriz.

Bu düşüncelerle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyor, bir kez daha sizlere sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum.