Çanakkale 100. Yıl Barış Zirvesi'nde Yaptıkları Konuşma

23.04.2015

Kıymetli Misafirler,

Değerli Dostlar,

Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler;

Sizleri saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. Ülkemize ve İstanbul’umuza hoş geldiniz. Çanakkale Kara Savaşları’nın 100. Yılı vesilesiyle düzenlenen anma törenlerine katılma davetimizi kabul ettiğinizi için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

Çanakkale Savaşları boynuca yaşanan çarpışmalarda ölen, yaralanan, hastalıktan dolayı hayatını kaybeden her milletten, yüz binlerce insanı burada saygıyla yâd ediyorum.

Bu vesileyle düzenlenen panele, yüksek düzeyli oturuma ve diğer etkinliklere katılan, katkı veren herkese şükranlarımı sunuyorum.

Barış Zirvesi’nin dünya barışının tesisi ve güçlendirilmesi konusunda bir dönüm noktası teşkil etmesini temenni ediyorum. Yarın Çanakkale’de yapılacak anma etkinliklerine iştirak edecek tüm misafirlerimize, dostlarımıza da şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.

Değerli Misafirler,

Öncelikle şu anda aramızda bulunan devlet başkanlarına, hükümet başkanlarına, bakanlara, ülkelerin temsilcilerine bizlerle bu heyecanı, bu anı paylaştıkları için şahsım, milletim adına özellikle teşekkür ediyorum.

Yüzyıl önce Türk, Anzak, İngiliz, Fransız ve daha pek çok milletten asker, hayallerini ve istikballerini Çanakkale’de bırakarak dünyaya veda etti. Ülkemizin her köşesinden, ayrıca Saraybosna’dan, Üsküp’ten, Prizren’den, Gümülcine’den, Bakü’den, Batum’dan, Gazze’den, Kudüs’ten, Beyrut’tan, Halep’ten gelen kardeşlerimiz burada omuz omuza mücadele verdi, koyun koyuna toprağa düştü.

Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın kilidiydi, bu cephede yaşananlar Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi başta olmak üzere pek çok önemli gelişmenin kapısını araladı. Biz, Birinci Dünya Savaşı boyunca, Çanakkale dahil, bir düzüne cephede aynı anda savaştık, buralarda kazandığımız başarıların bedelini ise en seçkin, en eğitimli neslimizi feda ederek ödedik.

Savaş gemileriyle Çanakkale önlerine gelen ülkeler de, en az bu kadar ağır bir bedelle geri döndü. Bu savaşta yer alan askerlerin hepsi de hangi safta bulunursa bulunsun, -burası çok önemli- gerçekten takdirle anılmayı hak ediyor. Her biri Çanakkale Savaşı’nı centilmenler savaşı haline dönüştüren birer kahraman olarak, tarihteki şerefleri yerlerini aldılar.

Çanakkale Savaşları, evet, bir savaştır, ama aynı zamanda burada vermek istediğimiz barış mesajının ruhuna çok çarpıcı görüntülere sahne olmuş bir mücadeledir.

Tarihte insani değerlerin bu kadar öne çıktığı pek az savaş örneği vardır. Kendi yarasından evvel, biraz önce savaştığı karşı saftaki askerin yarasını saran Mehmetçiği hayranlıkla aktaran bir Fransız generalidir. Zaten çok az olan kendi ekmeğini, suyunu esiriyle eşit olarak paylaşan kahramanların hikayesini bir Anzak askerinden dinledik. Bir başka Anzak askeri de çok genç yaşta gittiği Çanakkale’de süngü savaşında karşı karşıya geldiği bir Türk askerinin kendisini öldürmek yerine, zorla siperine geri gönderdiğini anlatıyor. Çanakkale’de bunlara benzer öylesine çok hikaye var ki, gerçekten anlatmakla bitmez.

İnsanlık tarihinin en kanlı savaşlarından birinin geleceğimiz için böylesine önemli dersler verecek şekilde gerçekleşmiş olmasının üzerinde hep birlikte çok iyi düşünmeliyiz. Buradan çıkartacağımız derslerin bu günümüzü ve geleceğimizi aydınlatacağına inanıyorum.

Değerli Misafirler,

Kazananıyla kaybedeniyle, doğrudan veya dolaylı etkileneniyle Çanakkale Savaşının tüm tarafları olarak bugün burada biraradayız. Yüzyıl sonra böylesine geniş bir katılımla Barış Zirvesi’nde biraraya gelerek hem kamuoylarımıza, hem de tüm dünyaya verdiğimiz mesajı çok önemli görüyorum. Çanakkale Savaşı’nın detaylarını, farklı ihtimallerin tartışmalarını tarihçilere bırakıyorum. Bizim yöneticiler olarak burada üzerinde durmamız gereken husus, ülkelerimizi yeniden bu tür yıkımlara sürüklemekten nasıl kurtarabileceğimiz olmalıdır.

Tarih bu konuda önümüze çok acı örnekler, çok acı dersler getiriyor. Yüzyıl önce bir Anzak’ı vatanından binlerce kilometre ötede bir Osmanlı askeriyle Çanakkale önünde karşı karşıya getiren dünya sistemi, bugün çok daha karmaşık, çok daha iç içe bir hale geldi.

Günümüzün küresel sistemi içinde hiçbir ülkenin diğerinin yaşadığı sıkıntılardan kendini tümüyle tecrit etme imkânı yoktur. Dünyanın herhangi bir köşesinde tutuşan ateş eninde, sonunda başka yerlere de sıçrıyor. Kriz bölgelerinde başlayan nüfus hareketleri, önce komşu ülkelere, ardından tüm dünyaya yayılıyor.

Terör örgütlerinin küresel gücünü görmezden gelen her ülke, sonunda mutlaka bu tehdidin acı sonuçlarıyla karşılaşıyor. Diğer ülkelerin maruz kaldığı ekonomik, sosyal ve siyasi sorunlara arkasını dönenler sadece kendilerini kandırıyorlar.

Hiçbirimizin evi kapılarımızı kapattığımızda güvenli olacak kadar müstakil ve tahkim edilmiş değil. Bunun için, her ülkenin kendi içi ve kendi bölgesi yanında, dünyanın tamamında yaşanan sorunlara karşı duyarlı olması gerekiyor. Huzurun, istikrarın ve refahın tüm dünyaya hâkim olması için işbirliği içinde hareket etmemiz, artık bir tercih olmaktan çıkıp, bir zorunluluk haline dönüştü. Sadece ülkelere değil, uluslararası örgütlere de bu bakımdan büyük sorumluluk düşüyor.

Bizim Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin işleyişine ve yapısına getirdiğimiz eleştirilerin geriside işte bu tespitler var. Onun için, ‘dünya 5’ten büyüktür’ diyorum. Çünkü tüm dünya bir ülkenin iki dudağının arasına mahkum edilemez, mahkum olmamalıdır.

Aynı şekilde Avrupa Birliği başta olmak üzere bölgesel örgütlerin de artık bu çerçevede çok daha aktif, çok daha öncü bir rol üstlenmelerine ihtiyaç bulunuyor. İşte yanı başımızda Irak’ın hali ortada, Suriye’nin hali ortada, Filistin’in hali ortada, Yemen’in hali ortada, bütün bu olaylar olurken acaba bunlar niye çözülmüyor diye, bu soruyu kendimize sormayacak mıyız?

Sadece sorun çıktığında müdahale etmekle kalmayan, sorun çıkmadan çözüm önerileri geliştirip uygulayan bir küresel sistemin arayışı içinde olmalıyız. Zalimle mazlumun ayrımını yapmayan bir sistem insanlık vicdanında asla meşruiyet kazanamaz.

Ülkelerin yöneticileri olarak bizler, şimdiden bu konuda bir inisiyatif geliştirmezsek, yarın bunu çok büyük bedeller ödeyerek yapmak zorunda kalabiliriz. Geçtiğimiz yüzyılda yaşanan iki büyük cihan savaşı ve günümüzde dünyanın pek çok köşesinde devam eden çatışmaların bize bu konuda yeterli ikazı yaptığını düşünüyorum.

Değerli Dostlar,

600 yıl boyunca bu coğrafyanın en güçlü, en büyük devleti olarak varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde bugün tam 64 ayrı bağımsız devlet bulunuyor. Sadece bu coğrafyaya baktığımızda dahi Birinci Dünya Savaşının olumsuz etkilerinin hala devam ettiğini görüyoruz, daha açık bir ifadeyle Birinci Dünya Savaşı örtülü olarak hala sürüyor. Bu savaş sonrasında tesis edilen düzen, ne coğrafi, ne insani, ne de kültürel olarak doğal mecrasına uygun değildir. Cetvelle çizilen suni sınırlar çözüm değil, sorun kaynağı haline dönüştü, etnik, dini ve mezhep temelli ayrışmalar körüklenerek, sürekli canlı tutulan çatışmalar, sınırları aşıp bölgesel ve küresel etkilere yol açmaya başladı.

Dünyanın bir bölümünün huzuru ve refahı için diğer kısmının sömürüsü ve mağduriyeti üzerine kurulan düzen, artık herkesin huzurunu ve refahını tehdit eden bir boyuta ulaştı.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından özellikle kurulan statünün sürdürülemez hale geldiğini hep birlikte kabul etmek mecburiyetindeyiz. Bu konuda ısrarcı davranmanın, acıları ve tehditleri daha da büyütmenin ötesinde anlamı olmayacağı açıktır. Bunun için hiç uzağa gitmeye gerek yok, hemen başımızdaki Ortadoğu coğrafyasına bakmak yeterli. Dünyanın en kadim medeniyetlerine ev sahipliği yapmış Ortadoğu Bölgesi’nin bugün içinde bulunduğu durum gerçekten çok ibretlik, gerçekten çok vahimdir. Şu anda ülkemizde 2 milyon insan var. Ülkemizde şu anda 2 milyon sığınmacı var, 1 milyon 700 bini Suriye’den, 300 bini Irak’tan, 2 milyon. Ve şu ana kadar yaptığımız harcama, 5,5 milyar dolardır, Birleşmiş Milletler’den gelen destek 250 milyon dolardır; tablo bu. Suriye’de ölen 300 bine aşkın insanın sorumluluğunu hiçbir ülke, hiçbir toplum daha fazla kaldıramaz.

Ama Akdeniz’de, Ege’de biliyorsunuz botlarla kaçanlar o denizlerde boğuluyor. Ne diyorlar? Varsın boğulsun, varsın ölsün. Bunlar insanlar değil mi? Nerede kaldı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi? Niçin bunları kurtarmak için gayret etmiyoruz? Burada hepimizin bir ortak sorumluluğu var. Biz boğulmalarını istemiyoruz. Bizim sahil güvenlik botlarımız gider kurtarır alır, bakarız, besleriz, ondan sonra ülkesine göndeririz: bizim yaptığımız bu.

Hiçbir siyasi denge, hiçbir uluslararası konjonktür bahanesi bunca masumun kanının dökülmesini haklı gösteremez. Suriye halkının talepleri yerine başka birtakım güçlerin çıkarlarını ikame etmeye kalktığınızda ortaya sadece bir insanlık dramı değil, aynı zamanda bir küresel tehdit çıkartırsınız. Suriye’de yaşanan hadiselere karşı sesini yükseltmeyen herkes, tavır almayan herkes bu felaketin sorumluluğuna ortaktır.

Aynı şekilde Irak’ın geçmişten beri maruz kaldığı işgallerin, iç çatışmaların, etnik ve mezhebi gerilimlerin geleceğe taşınmasına kimse rıza gösteremez. Sahip olduğu doğal zenginlikleriyle dünyanın en müreffeh ve huzurlu ülkelerinden olması gereken Irak’ın, DEAŞ denen bir terör örgütünün baskısı altında yaşadıkları gerçekten üzüntü vericidir. Benzer örgütler gibi DEAŞ’ın da sadece silahla, sadece savaşla yok edilmesinin şu andaki zor koşullarını hep birlikte tecrübeyle gördük, görüyoruz.

Şunu da söylemem lazım: Bu örgütün İslam’la yakından, uzaktan alakası yoktur. Çünkü bizim dinimiz, barış dinidir, bizim dinimizde bir insanın öldürülmesi, tüm insanlığın öldürülmesi gibidir. Bir insana hayat kazandırabilmek, tüm insanlığa hayat kazandırmak gibidir. Öyleyse, bu dinin mensubu olduğunu söyleyenler kalkıp çocukları, kadınları kör bıçakla kesemez, bunları öldüremezler. Bu örgütün dayandığı siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların çözülmesi gerekiyor, bunu da ancak Irak yönetimi ve uluslararası toplum insan hakları, demokrasi ve hukuk zemininde işbirliği yapıp, birlikte hareket ederek başarabilir, Irak’ta da böyle, Suriye’de de böyle.

Bugün aramızda bulunan Irak Cumhurbaşkanı Sayın Masum’la bu yönde kendisiyle dün uzun uzadıya konuştuk, gösterdiği samimi çabayı yakından takip ediyor ve destekliyoruz.

Yemen, bu ateşin yakıp kavurmaya başladığı son ülkedir. Tarafların diyalog yoluyla, uzlaşma yoluyla çözmesi gereken sorunların, diğer ülkelerin tahriki ve desteğiyle iç savaş haline dönüşmesi gerçekten üzüntü vericidir. Biz Yemen’deki sorunların barışçı yollarla çözümü konusundaki çabalara verdiğimiz desteği, sonuna kadar sürdüreceğiz.

Diğer yandan, İsrail-Filistin ihtilafı Ortadoğu’da kalıcı barışın ve huzurun sağlanması önündeki en büyük engel olmaya devam ediyor. Filistin topraklarının işgali sona erdirilene ve 1967 öncesi sınırlara kadar dönmesi halinde bizler buraya desteğimizi sürdüreceğiz. Başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin Devleti kuruluna kadar, bu sorunun çözümü mümkün değildir.

Aynı şekilde derin tarihi bağlarımızın bulunduğu Kuzey Afrika ülkelerindeki yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik krizlerin de dayanışma içinde çözümünü arzu ediyoruz. Bizim tüm bu bölgelerle ilgimiz ortak tarihe, ortak coğrafyaya, ortak kültüre sahip olduğumuz kardeşlerimizle huzurlu ve müreffeh bir gelecek kurma arzumuza dayanıyor. Tüm dünyanın barışı ve güveni için, bu hedefi hep birlikte paylaşmamız gerektiğine inanıyorum.

Kafkasya Bölgesinde ve Ukrayna’da yaşanan gelişmelere de aynı gözle bakıyoruz. Ukrayna’da yaşananları tasvip etmemiz mümkün değildir. Kırım’ın işgalini tasvip etmemiz mümkün değildir. Donetsk’te, Luhansk’ta yapılanları tasvip etmemiz mümkün değildir. Bu bölgelerle olan müşterek tarihimiz ve kardeşlik ilişkilerimiz, bizi barış ve istikrar için çok daha aktif olmaya, çok daha öne çıkmaya zorluyor. Avrupa Birliği içinde giderek yayılma eğilimi gösteren ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslamofobi gibi akımlar bir barış projesi olarak gördüğümüz birliğin geleceğini tehdit ediyor.

Bu olumsuzluklardan en çok etkilenenlerin başında bu ülkelerde yaşayan ve sayıları 5 milyonu bulan vatandaşlarımız geliyor. Türkiye olarak, bu gelişmeleri de yakından takip ediyor ve endişelerimizi her platformda dile getiriyoruz.

Kendi sorunlarını çözemeyen Avrupa Birliği’nin küresel meseleler Konusunda Da Etkili Olamayacağını Düşünüyoruz.

Değerli Dostlar,

Coğrafyamız 1. Dünya Savaşında o kadar çok acı yaşamıştır, o kadar büyük kayıplara maruz kalmıştır ki, her birini anlatmaya değil günler aylar dahi yetmez. Öyle ki biz, 34 ayrı ülkede 78 şehitliği ayrıca bugünkü sınırları içinde de 349 şehitliği bulunan bir milletiz.

Çanakkale’yle birlikte bir düzine cephede aynı anda savaşan bir ülkenin kendi topraklarında asayiş sorunları yaşaması kaçınılmazdır. Bu dönemde Anadolu’daki askerliğe elverişli insan kaynağımızın tamamı cephelerde bulunuyordu. Bu sebeple bir bakıma savunmasız kalan Anadolu’da çeşitli güçlerin tahrikiyle hareket eden Ermeni çeteleri, bilhassa sivil halka yönelik saldırılara ve katliamlara giriştiler. Daha önce Balkanlar’da benzer sıkıntılar yaşayan ve çok büyük kayıplar veren Osmanlı Devleti bu tecrübeler ışığında çeşitli tedbirler alma ihtiyacı duydu. Bu tedbirlerden biri de; Anadolu’daki Ermeni nüfusun ülkenin daha güney kesimlerine göç ettirilmesidir. Aynı dönemde savaş bölgelerinden kaçarak, ülkemize yönelen milyonlarca insan da çok büyük sıkıntılar yaşıyordu. Aynı şekilde güney bölgelerine giden Ermeniler de şartların zorluğundan ve asayiş sorunlarından kaynaklanan sorunlara maruz kaldı.

Türkiye olarak bu süreçte yaşanan sıkıntıları gayet iyi biliyoruz. Hepsi de arşivlerimizde kayıtlıdır. Burada samimiyetle ifade etmek isterim ki; 1915 olayları konusundaki Ermeni iddialarının öne sürülen rakamlar başta olmak üzere, hepsi de dayanaksızdır, mesnetsizdir.

Bu akşam, bu anlamlı buluşmadan şimdi Avrupa Birliği’ne tekrar hitap etmek istiyorum; Türkiye’nin arşivlerini açmasını bize nasihat ediyor. Ben şimdi buradan cevap veriyorum; Ey Avrupa Birliği, 12 yıl Başbakanlık yaptım, 1 yıla yakındır da Cumhurbaşkanıyım. Her gittiğim uluslararası toplantıda ve ülkemdeki her toplantıda, biz arşivlerimizi açmaya hazır olduğumuzu, 1 milyona yakın belge ve bilginin olduğunu her zaman söylüyorum. Ve diyorum ki; Ermenistan’ın arşivlerinde de varsa, onlar da açsın, üçüncü ülkelerde varsa onlar da açsın. Hatta hatta daha da ileri gidiyorum, biz askeri arşivlerimizi de açmaya hazırız, diyorum. Bizim bu noktada endişemiz yok, bizim bu noktada korkumuz yok, biz inanıyoruz ve biliyoruz ki, bizim ecdadımız zulmetmemiştir.

Şu anda bizim ülkemizde 80 bin civarında Ermeni var, bunların yarısı vatandaşımızdır, yarısı ise Ermenistan’dan yoksulluk sebebiyle kaçarak, ülkemize gelmiştir. Ama biz onları deporte etmedik, onları tekrar ülkelerine göndermedik, şu anda ülkemizde yaşıyorlar ve misafirimiz bunlar ve 40 bini de vatandaşımız. 40 bin vatandaşımız olan Ermenilere sorsun Ermeni diasporası, ‘Size Türkiye’de zulüm var mı?’ Beraber yaşıyoruz.

Van’da Akdamar Adasında Ermeni Ortodoks Kilisesi’ni Başbakanlığım döneminde Hazinenin parasıyla bizzat yaptıran biziz. Ve her yıl orada Ermeni vatandaşlarımız, dünyanın değişik yerlerinden gelen Ermeniler ibadetlerini yapıyor. Her şey açık ortada, bizim çekinmemize gerek yok. Bize çok basit bazı şeyler uydurmak suretiyle ülkemize ve milletimize yöneltilen saldırılar kesinlikle art niyetlidir, bunları kabul etmemiz mümkün değil. Biz yaşanan hiçbir acıyı yok saymadığımız gibi acıların yarıştırılmasına da rıza göstermeyiz. Balkanlar’dan, Kafkasya’dan ve çevremizdeki tüm bölgelerden Anadolu’ya göçler sırasında ölen 4 milyonu aşkın Müslüman için ne kadar üzüntü yaşamışsak, hayatlarını kaybeden Ermeniler için de o derece üzüntülüyüz; bizim anlayışımız bu.

Şunu özellikle hatırlatmak isterim: Bu hadiseler sırasında hayatlarını kaybeden Ermeniler Osmanlı vatandaşıydı. Yani burada istilacı bir düşmandan bahsetmiyoruz, kendi vatandaşlarımızdan bahsediyoruz. Bunlar bize emanettir. Biz emanetin ölümünden gururlanır mıyız, tam aksine bundan üzüntü duyarız. Bin yıl boyunca bu insanlarla iç içe yaşayan bir milletin birdenbire onlara karşı düşmanca bir tavır içine girmesi mümkün müdür? Birinci Dünya Savaşı boyunca hayatını kaybeden 30 milyon insan içinden, sadece Ermenilerin öne çıkartılarak, ülkemize ve milletimize karşı kampanya aracı haline getirilmesini asla kabul edemeyiz. Biz tarihimize düşmanlık değil, Çanakkale örneğinde olduğu gibi dostluk penceresinden bakan bir ülkeyiz. Tarihi kin ve nefret aracı haline getirmenin, en başta Ermeni toplumu olmak üzere hiç kimseye faydası yoktur.

Yarın Çanakkale’de iştirak edeceğimiz törende vereceğimiz barış ve dostluk mesajı ne kadar doğruysa, aynı tarihte dünyanın pek çok yerinde Ermeni iddiaları üzerinden sergilenecek düşmanca tavırlar da o kadar yanlıştır. Biz hiçbir zaman mazlumun kökenine, inancına, diline, rengine bakmadık; dün de yaklaşımımız buydu, bugün de aynı. 700 yıl önce bu topraklara sevgi ve hoşgörü tohumları saçan Yunus Emre’nin deyimiyle, biz, yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevdik.

Geçtiğimiz yıl şahsım, bu yıl da Sayın Başbakanımız, Ermenilere barış eli uzatan mesajlar yayınladık. Yarın benim de bir ikinci mesajım yayınlanacak. Maalesef uzattığımız bu samimi barış eli, hep havada kaldı. Şu da bir gerçektir ki, bugün Ermeni iddialarına destek veren ülkelerden ve siyasetçilerden hiçbiri bu konuda Türkiye kadar masum, Türkiye kadar temiz sicile sahip değildir.

Diyalogun, barışın ve dostluğun değil de kinin, husumetin, düşmanlığın arkasında duranları, bulundukları yeri gözden geçirmeye davet ediyorum. Biz bu konudaki vicdani ve insani duruşumuzu muhafaza ediyoruz. Bu iddiaları soruşturmak siyasetçilerin veya parlamentoların işi değildir. Bu, 1870’lerde başlayıp, 1920’ye kadar devam eden dönemi inceleyecek olan, tarihçilerin meselesidir. Ermeni iddialarına destek vererek, onların yaşadıkları acıları paylaştıkları söyleyenleri, aynı dönemde hayatını kaybeden 4 milyonun üzerindeki kardeşimizin acısını da paylaşmaya davet ediyorum.

Aynı şekilde 1970’li yıllardan 1990’lara kadar süren Ermeni teröristlerin saldırılarında hayatını kaybeden 40’ı aşkın diplomatımızın ve ailelerin acısını da unutmamalarını istiyorum. Şimdi de yine Ermeni Asala örgütü tehditler savuruyor. Ya diyor Ermenistan’a geleceksiniz, eğer Türkiye’ye giderseniz akıbetinizi bilemeyiz. Şu hale bakın, işte bütün mesele bu. Uluslararası terörün karşısında hep birlikte dayanışma içinde olmamız şart ki mazlumların gerçekten hakkını koruyalım ve bu dünyada adalet egemen olsun, hakikat egemen olsun.

Ermeni iddialarını tarihi hakikat olarak kabul edip, aksi yöndeki görüşleri yasaklayan anlayışın ne demokrasilerde, ne hukukta yeri olmaz. Bizim Ermeni toplumuyla dün olduğu gibi bugün de herhangi bir sorunumuz yok. Sorun nereyle biliyor musunuz? Bu işi bir istismar vesilesi yapan, bir siyasi rant meselesi haline getiren Ermeni diasporasıyladır. Sağduyu sahibi Ermenistan yöneticileriyle ortak bir geleceği inşa etmek için görüşmeye, konuşmaya daima hazırız, bizim bu noktada bir sıkıntımız yok. Çünkü acımız ortaktır, aramızdaki meseleleri başkalarıyla değil, Ermeni toplumuyla oturur konuşuruz, bunu başardığımızda insani ve vicdani olarak ortak bir yerde buluşacağımıza da samimiyetle inanıyorum.

Yarın İstanbul’da Ermeni Patrikhanesinde bir tören var. Avrupa Birliği’nden Sorumlu Bakanımız katılacak. Ben de mesajımla katılacağım, çünkü yabancı değiliz. Sürekli olarak Belediye Başkanlığımda İstanbul’da sürekli olarak şu anda hasta yatağında olan Mutafyan’la hep biz bu konuları görüşürdük, yabancı değiliz, bu noktada mesafeli de değiliz. Biz bu denli samimiyken birileri bizim aramıza duvarlar örmenin gayreti içerisine giriyor.

Değerli Dostlar,

Cumhuriyetimizin kurucu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözünü burada sizlere hatırlatmak istiyorum. Gazi Mustafa Kemal şunu söylüyor: “Bir milletin hayatı tehlike ile karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir.”

Türkiye olarak bugün de aynı anlayışla hareket ediyoruz. Çanakkale Savaşları bizim için mukaddesatımızı, vatanımızı ve şerefimizi koruduğumuz bir nefsi müdafaaydı. Düşünebiliyor musunuz, lise çağındaki çocukların bile askere alındığı bir savunma. Tüfeğinin kabzası yerde sürükleniyor. Bunları dahi askere almak zorunda kalan bir mücadeleydi.

Bu savaşta karşı cephede yer alan hiç kimseye, hiçbir topluma karşı husumet beslemedik. Nitekim bugün Çanakkale’de yer alan Anzak, İngiliz ve Fransız mezarlıkları bunun en açık ispatıdır. Kendi şehitliklerimize gösterdiğimiz saygıyı, bu mezarlıklardan asla esirgemedik. Kendi şehitlerimize gösterdiğimiz tazimi, bu mezarlarda yatan farklı milletlerden askerlerin hatıraları için de sergiledik. Yüzyıl yıl önce Gelibolu’da verilen mücadele sırasında cephedeki kahramanların birbirlerine karşı gösterdikleri centilmenliği onların hatıraları önünde bugüne kadar kesintisiz devam ettirdik.

Anzaklar gibi bu savaşı milli tarihlerinin çıkış noktası haline getirenlere karşı sevgimizi, sempatimizi, saygımızı büyüterek, sürdürdük. Çanakkale ruhu diye tarif ettiğimiz anlayış, en zor şartlarda dahi başarıya inanmak ve bu doğrultuda tüm imkânlarınızı seferber etmektir. Şayet hedefimiz samimi olarak barışı tesis etmekse, karşımızdaki zorlukların, sıkıntıların büyüklüğü bizi asla yıldırmamalı. Sadece kendimiz ve ülkemiz değil insanlığın tamamının ortak geleceği için mücadele verdiğimizin inancıyla hareket etmeliyiz. Biz savaşın, terörün, şiddetin yerine barışı, huzuru ve insani değerleri ikame edene kadar bu mücadeleyi sürdürmekte kararlıyız. Buradaki her bir dost ve kardeş ülke temsilcilerinin de aynı duygular içinde olduğunu ümit ediyorum.

İstanbul Barış Zirvesi’ni bir dünya barış zirvesi haline dönüştürmek için her birimizin üzerimize düşenleri yapacağına inanıyorum.

Bir kez daha davetimize icabet ettiğiniz için, ülkemizi ve İstanbul’umuzu şereflendirdiğiniz için, yarın da Çanakkale’mizi şereflendireceğiniz için sizlere şahsım milletim adına teşekkür ediyorum.

Çanakkale’de kaybedilen her milletten, yüzbinlerce askeri hürmetle anıyor, şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum.

Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.