Tarih, Siyaset ve Ülkelerarası İlişkiler Bakımından Uluslararası Deniz Hukuku ve Doğu Akdeniz Sempozyumu’nda Yaptıkları Konuşma

28.09.2020

Saygıdeğer Katılımcılar,

Kıymetli Hocalar,

Sevgili Öğrenciler,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle, hürmetle selamlıyorum. Tarih, Siyaset ve Ülkelerarası İlişkiler Bakımından Uluslararası Deniz Hukuku ve Doğu Akdeniz Sempozyumu vesilesiyle bir araya gelmiş bulunuyoruz ve bu sempozyumun başarılarla dolu olmasını temenni ediyorum.

Sempozyumun düzenlenmesinde emeği geçen tüm kurumlarımızı ve üniversitelerimizi gönülden tebrik ediyorum. Sayın Meclis Başkanımızın şahsında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sempozyumu himayeleri için ayrıca şükranlarımı sunuyorum. Sempozyuma yurt içinden ve yurt dışından katkı sunan tüm hocalarımıza şimdiden teşekkür ediyorum.

Sözlerimin hemen başında dün Azerbaycan topraklarına saldıran Ermenistan’ı bir kez daha kınıyorum. Türkiye tüm imkânları ve tüm kalbiyle dost ve kardeş Azerbaycan’ın yanında olmayı sürdürecektir. Bölgede Dağlık Karabağ’ın işgaliyle başlayan krize artık bir son verilmesinin vakti gelmiştir. Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarını derhal terk etmesiyle bölge yeniden barışa ve huzura kavuşacaktır. Bunun dışındaki tüm dayatmalar ve teklifler sadece haksız ve hukuksuz olmakla kalmayacak, Ermenistan’ı şımartmaya devam edecektir.

Yaşanan son gelişmeler bölgede nüfuz sahibi tüm ülkelere gerçekçi ve adil çözüm yöntemlerini devreye sokmaları konusunda bir fırsat tanımıştır. Bu fırsatın en iyi şekilde değerlendirilmesini umuyoruz. Özellikle Minsk Üçlüsü denilen Amerika, Rusya, Fransa bugüne kadar yaklaşık 30 yıldır bu sorunu çözmemişlerdir, adeta bu sorunu çözmemek için de ellerinden geleni yapmışlardır. Şimdi ise akıl veriyorlar, zaman zaman da tehdit ediyorlar. Nedir bu tehdit? Türkiye burada mı? Türk askeri burada var mı? Bunu söyleyenler güneyimizde, özellikle Suriye’nin kuzeyinde binlerce tır silahı oraya taşıyanlardır. Bunu söyleyenler Suriye’nin kuzeyini parselleyen, orada üstleri kuranlardır. Bunu söyleyenler, koalisyon güçleri ile Suriye’de cirit atanlardır. Bunlar şimdi gelmişler Türk askeri burada var mı, Türkiye buraya silah naklediyor mu? Şu mantığa bakın ya, şu akla bakın. Ve adeta İlham Aliyev kardeşimiz sanki bunlara hesap verecek. Zaten 30 yıla yakındır size hep hesap verdiler, bu işi çözelim, dediler, bunu artık uzatmayalım, dediler. İşgale uğrayan topraklar kimin toprakları? Azerbaycan’ın toprakları. Bunu hepiniz kabul ediyorsunuz. Dağlık Karabağ’ı kabul ediyorsunuz. Ve buradaki insanlar, bir milyonu aşkın insan topraklarından uzak şu anda Azerbaycan’da yaşıyor, işgalciler ise oralarda. Bunun hesabını kimse sormuyor. Artık hesap vakti geldi, diyen Azerbaycan, ister istemez kendi göbeğini kendisi kesmek zorunda kalmıştır.

Değerli Misafirler,

Az önce kıymetli fikirlerini bizimle paylaşan rektörlerimiz ve Sayın Meclis Başkanımız, Akdeniz’le ilgili gerçekten önemli hususlara temas ettiler. Gerek öğleden sonra, gerekse yarın yapılacak oturumlarda da değerli akademisyenlerimiz Akdeniz konusunu ayrıntılarıyla ele almaya devam edecek.

Hep söylediğimiz gibi; barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar. Yani hakikaten kıvılcımı farklı fikirlerin çarpışmasıyla ortaya çıkar. Hangi konuda olursa olsun istişare etmek, farklı fikirlere ve tekliflere kulak vermek, tenkitleri dikkate almak gerekir. İstişare eden Peygamber Efendimizin Aleyhissalatu Vesselam buyurduğu üzere, hiçbir zaman pişmanlık duymaz. Biz de 40 yılı aşkın süredir içinde bulunduğumuz siyasette ve hayatımızın diğer alanlarında daima istişareye önem verdik. İlim meclislerinin bereketinden istifade etmenin hep çabası içinde olduk. Özellikle ülkemizi ve milletimizin geleceğini ilgilendiren meselelerde farklı görüşleri her zaman nazarı dikkate aldık. Allah’a hamdolsun bu hassasiyetimizin meyvesini hem siyasi hayatımızda, hem de devlet idaresinde sürekli olarak neticesini topladık.

Sizlerden vicdanınız ve fikirlerinizle sözleriniz arasına sütre çekmeden kanaatlerinizi açık yüreklilikle paylaşmanızı istirham ediyorum. Unutmayınız, ülkeyi yönetme sorumluluğunu omuzlarında taşıyan devlet adamları olarak bizim burada dile getirilecek önerilere çok ihtiyacımız var. Sizlerin samimiyetle ortaya koyacağı her alternatif bizim için değerlidir, yol göstericidir. Sempozyumun sonuçlarının sadece bilim insanlarımızın, tarihçilerimizin, diplomatlarımızın, öğrencilerimizin değil, biz siyasetçilerin de ufkunu genişleteceğine inanıyorum.

Değerli Katılımcılar,

Akdeniz’e dair konular son dönemde ülkemizle beraber dünyadaki birçok devletin de ana gündem maddesini oluşturuyor. Kıyısı olsun-olmasın pek çok ülke burada yaşanan hadiseleri yakından takip ediyor, müdahil olmaya çalışıyor. Küresel siyasetin özellikle son birkaç aydır Akdeniz eksenli gelişmelerle şekillendiğini söylemek yanlış bir tespit olmayacaktır. Akdeniz’in en uzun kıyı şeridine sahip bir ülkesi olarak elbette bizim de gündemimizde bu bölgedeki gelişmeler önemli yer tutuyor. Akdeniz’de yapılan her hamlenin, atılan her adımın ülkemizin güvenliğine, hak ve menfaatlerine doğrudan etkisi bulunuyor.

Şüphesiz bunların başında Doğu Akdeniz’de var olduğu düşünülen zengin hidrokarbon kaynakları geliyor. Yapılan bazı araştırmalar bölgedeki çıkarılabilir doğalgaz miktarının 3,5 trilyon metreküpün üzerinde olduğuna işaret ediyor. Tüm Avrupa’nın yıllarca doğalgaz ihtiyacını karşılayabilecek bu rakam hiçbir ülkenin göz ardı edemeyeceği büyüklükte bir ekonomik güçtür. Son günlerde bazı ülkelerin provokasyonlarının arka planında işte bu ekonomik potansiyel vardır. Uluslararası enerji şirketlerinin de devreye girmesiyle Doğu Akdeniz petrol ve doğalgaz jeopolitiğinin merkezine oturmuştur.

Tabii burada bir gerçeğin altını özellikle çizmek gerekiyor; Türkiye’nin bölgeye yönelik ilgisini sadece enerji kaynaklarıyla sınırlamak sığ bir değerlendirme olacaktır. Her şeyden önce Türkiye bir Akdeniz ülkesidir. Biz burada tarih boyunca olduğu gibi bugün de misafir değil ev sahibiyiz. Dün 482. Yıl Dönümünü kutladığımız Preveze Deniz Zaferi, Akdeniz’deki köklü varlığımızın en görkemli sembollerindendir. 1538 senesinde Barbaros Hayrettin Paşa’nın komutasında kazanılan bu şanlı zaferle Akdeniz’deki Türk hakimiyeti tesis edilmiştir. İnsanlık tarihi boyunca pek çok medeniyete beşiklik etmiş bu coğrafya asırlarca sürecek bir barış, huzur ve istikrar iklimine kavuşmuştur. Literatüre Osmanlı barışı olarak geçen bu dönem aynı zamanda Akdeniz’in ticari ve siyasi bakımdan altın çağıdır. Bu asırlar Akdeniz havzasıyla beraber Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın da en huzurlu dönemidir.

Bu vesileyle vefatının 500. Yıl Dönümüne ulaştığımız Osmanlı’nın denizlerdeki hâkimiyetinin öncüsü Yavuz Sultan Selim Han’ı da rahmetle yâd ediyorum. Kısa sayılabilecek padişahlığı döneminde ülkesinin doğu sınırlarını güvenlik altına alan, Mısır’ı fethederek hilafeti Osmanlı’ya taşıyan Yavuz’u içi boş hamasetle değil, mirasına sahip çıkarak anıyoruz. İstanbul Boğazı’na yaptığımız üçüncü köprüye bu şanlı padişahın adını vermiş olmamız ona olan hürmetimizin en somut örneğidir.

Daha sonraki asırlarda Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla Akdeniz’de tesis edilen Osmanlı barışı maalesef büyük yara aldı ve sömürgecilik faaliyetleri hız kazandı. Osmanlı’nın koruyucu gölgesi ortadan kalktıkça emperyalistler planlarını hayata geçirme imkanı buldu. Böylece Kuzey Afrika ve Sahra Afrika’sı başta olmak üzere bu coğrafyanın önemli bir bölümü devrin sömürgeci güçlerinin esareti altına girdi. Bir damla petrolü, bir gram altını oluk-oluk akan insan kanından çok daha değerli gören sömürgeci zihniyet Akdeniz’i bir barış ve medeniyet denizinden kan ve gözyaşı deryasına dönüştürdü. Emperyalistlerin hükümranlığı altında Akdeniz maalesef istikrarsızlıkla, çatışmalarla, son yıllarda ise sahile vuran mülteci cesetleriyle anılmaya başladı. Osmanlı barışının yerini günümüzde petrol, doğalgaz ve menfaat için insanlığın rafa kaldırıldığı vahşi bir düzen aldı. Medeniyetler beşiği Akdeniz’i devasa bir mülteci kabristanına dönüştüren işte bu çarpık anlayıştır. Bunların nazarında insanın hiçbir değeri, hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Batılı insanı yücelten, diğer tüm toplumları değersizleştiren bu zihniyet medeniyetimizin en büyük düşmanıdır. Son günlerde Akdeniz’de gerilimi tırmandıranlar da yine aynı zihniyetin temsilcileridir.

Değerli Misafirler

Akdeniz’de Osmanlı medeniyetinin ve barışının mirasçısı bir millet olarak bu coğrafyada huzur ikliminin yeniden tesis edilmesini istiyoruz. Türkiye Akdeniz’de gerilimden değil barıştan, iş birliğinden, hakkaniyet ve adaletten yanadır. Doğu Akdeniz’de emperyalist yayılmacılığa nasıl karşıysak, tek taraflı emri vakilere de aynı şekilde karşıyız. Akdeniz bizleri ayıran değil, bizi birbirimize yakınlaştıran, birleştiren, iş birliğimizi güçlendiren bir denizdir, öyle olmalıdır, öyle kalmalıdır. Cezayir’den Mısır’a, Libya’dan Tunus’a, Filistin’den İsrail’e, Türkiye’den Yunanistan’a, İtalya’dan İspanya’ya kadar tüm ülkeleri ve halklarıyla Akdeniz büyük ailemizin çatısıdır, yuvasıdır.

Akdeniz’deki sorunları birbirimizi dışlayarak değil, bölgedeki tüm aktörleri aynı masa etrafında buluşturarak çözebiliriz. Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin içinde adil şekilde yer almadığı hiçbir denklemden Akdeniz barışı çıkmaz. 19. yüzyılın sömürge paylaşım masalarını andıran suni projelerle, saçma haritalarla Akdeniz’e barış ve istikrar gelmeyeceğini artık herkes görüp kabul etmelidir. Neymiş, Sevilla Haritası; kim, nerede, nasıl bu haritanın çizgilerini çekti? Bunlar zor iş değil ki. Hemen biz de şimdi İstanbul Üniversitesi ile Marmara Üniversitesi’ne siz de şöyle bir harita çalışması yapın diye bir ricada bulunsak, herhalde süratle bir harita bu iki güzide üniversitemiz de hazırlar, biz de bunu dünyaya sunarız; bunlar zor işler değil, bunların yaptığı da bu zaten. Bütün mesele bunlar için öncelikle bakış açısının değişmesi gerekiyor.

Doğu Akdeniz meselesi çok boyutlu, geniş bir perspektifle ele alınmalıdır. Bu meselenin son 20 yılda nasıl çıkmaza sürüklendiğine bakmadan doğru ve hakkaniyetli bir çözüme ulaşılamaz. İşte Kıbrıs’ta şunu çok açık net yaşadık, bizzat içinde olduk ve İsviçre’nin Bürgenstock’ta bir araya geldik. O zamanlar tabi Kofi Annan sağ idi ve çalışmalarımızı geceli, gündüzlü orada yaptık. Ve bu çalışmalardan sonra masaya oturuyoruz ve Güney Kıbrıs tarafı biz çekiliyoruz, dediler. Kofi Annan dedi ki, benim sözüm var Erdoğan’a, ben birkaç kez bu işi yapmak için gayret ettim başaramadım, tekrar bu işe girmek istiyorum, dedim. Erdoğan da bana masadan kalkan Türkler olmayacak dedi ve ben de kendilerine söz verdim, tekrar bu sözden dönemem, bu iş bu akşam burada bitecek, dedi. Ve bu kadar ısrarlı olunca Kofi Annan bu defa onlar da artık geri adım atamadılar. Ama ne oldu? Tabii referandum var haftasında referanduma gidildiğinde bu defa Türkiye tarafı bu işe yüzde 65 evet derken, Güney Kıbrıs tarafı yüzde 75 hayır, dedi ve buna rağmen Güney Kıbrıs Avrupa Birliği’ne kabul edildi. Ve burada birde bir söz vardı, o da idari ve mali bütün sorumluluklar Avrupa Birliği tarafından yerine getirilecektir dendi ve Kuzey Kıbrıs’a karşı bunlar da yerine getirilmedi. Ve o zamanlar komisyon içinde olan Alman Verheugen o birçok kez Türkiye’deki üniversitelerde verdiği konferanslarda da bunları hep söylemiştir, anlatmıştır, yani Türkiye’nin haklılığını anlatmıştır. Bunlar her zaman yalandan yana olmuşlardır, dürüst davranmamışlardır ve bundan sonra da dürüst davranmayacaklardır, çünkü bu bir karakter meselesi böyle bir yapı meselesi. Bu konu her ne kadar şimdi Türkiye’yle Yunanistan bağlamında tartışılsa da çok açık, net söylüyorum meselenin temelinde Yunanistan’ın ve Rum Yönetiminin 2003’ten bu yana devam eden haksız ve maksimalist deniz sınırı iddiaları vardır. Kıbrıs meselesi çözülmeden Avrupa Birliğine üye yapılan Rum Kesimi Kıbrıs Türklerini yok sayarak, 2003’te Mısır’la, 2007’de Lübnan’la ve 2010’da İsrail’le anlaşmalar imzalamıştır. Rumlar kanunla da yetinmemiş, 2007 yılında ruhsat sahaları belirlemiş, uluslararası ihaleler açmış ve 2011 yılında ilk sondajı gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin bu süreçte gösterdiği iyi niyetli çabalara gereken önem verilmedi. Özellikle Avrupa Birliği diplomasi fırsatlarını değerlendirilmediği gibi Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rum Kesiminin şımarıklıklarına boyun eğdi.

Avrupa dayanışması adı altında uluslararası hukuk ayaklar altına alındı. Bu tablo karşısında biz de 2018 yılından itibaren kendi yolumuzda ilerlemeye başladık.

Özellikle Libya ile imzaladığımız deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmasıyla ülkemizin ve Libya’nın Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerini koruduk, uluslararası deniz hukuku açısından ülkemizin elini daha da güçlendirdik.

Kıymetli Dostlar,

Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikası şu iki temel üzerinde yükseliyor: İlki, deniz yetki alanlarının uluslararası hukuka uygun olarak hakça ve adil biçimde sınırlandırılarak kıta sahanlığımızdaki egemenlik haklarımızın korunmasıdır.

İkincisi ise, Kıbrıs Türklerinin Ada’nın eşit ortağı olarak hidrokarbon kaynakları üzerindeki hak ve çıkarlarının garanti altına alınmasıdır.

Kimsenin hakkında gözümüz olmadığı gibi, kimseye de hakkımızı yedirtmeyiz. Anlaşmazlıkların diyalogla, uluslararası hukuk temelinde ve hakkaniyete uygun biçim biçimde çözümü öncelikli tercihimizdir. Bu amaçla Yunanistan’la özellikle ön şartsız olarak diyaloğa hazır olduğumuzu vurguladık. Ayrıca tüm bölge insanlarının, tüm bölge ülkelerinin haklarının göz önünde bulundurulduğu, içinde Kıbrıs Türklerinin de yer aldığı bir konferans düzenlenmesini teklif ettik. Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Türkleri dahil tüm tarafları bir araya getirecek bir enerji bir iş birliği forumu kurulmasının da yararlı olacağına inanıyoruz.

Bakınız, biz bu meselede hem uluslararası hukuk, hem de deniz hukuku açısından haklı olmanın getirdiği özgüvenle hareket ediyoruz. Yunanistan’ın ve Rum Kesimi’nin kışkırtmaları karşısında itidalli tavrımızdan taviz vermedik. Doğu Akdeniz’de tehdit, baskı ve şantaj diline boğun eğmeyeceğimizi tüm dünyaya ilan ettik. Ülkemizi denizden kuşatmaya dönük hamlelerin hepsi boşa çıkmıştır. Türkiye kendi haklarıyla beraber Kıbrıs Türklerinin hakkını sonuna kadar savunacağını açık ve net ortaya koymuştur. Son günlerde özellikle ivme kazanan diplomatik çabaların gerisinde ülkemizin sergilediği bu kararlı duruşun çok büyük payı vardır. Diplomasi ve müzakere asla bir zayıflık emaresi değildir, bilakis diplomasi ortak faydaya ulaşabileceğimiz en kestirme yoldur. Başta Yunanistan olmak üzere Akdeniz’den komşumuz olan tüm ülkeleri Doğu Akdeniz meselesini sıfır toplamlı bir oyun olarak görmekten vazgeçmeye davet ediyorum. Gelin hep beraber Akdeniz’i bir barış havzasına çevirelim. Gelin yeni husumetlerle Akdeniz’in ak sularını kirletmeyelim. Gelin enerjiyi çatışmanın değil, iş birliğinin vesilesi kılalım.

Türkiye olarak şimdiye kadar bize uzatılan barış elini asla havada bırakmadık. Bize bir adım atana biz hep koşarak gittik. Bugün de Almanya Şansölyesi Sayın Merkel’in yürüttüğü diplomatik çabalara gereken her türlü desteği verdik, veriyoruz. Sağduyu, samimiyet ve aklıselimle hareket edildiğinde herkesin hakkını koruyan, kazan-kazan temelli bir formül bulacağımıza özellikle inanıyorum. Rabbim yar ve yardımcımız olsun diyorum.

Bu düşüncelerle sözlerime son verirken, bir kez daha sempozyumun başarılı ve verimli geçmesini diliyorum. Sempozyumun düzenlenmesinde katkısı olan herkesi tekrar tebrik ediyorum. Hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum, kalın sağlıcakla.